2024 “GÖRÜNMEYEN KENT“ - Ortaköy Kethüda Hamamı İstanbul. Curator: Emre Zeytinoğlu.
2024 “DE FAKTO“ - Piyalepaşa İstanbul, İstiklal Mahallesi Piyalepaşa Bulvarı, No:32/D Şişli/İstanbul. Curator: Beral Madra.
2023 “BİR ŞANS DAHA VAR MI?“ - Milli Reasünan. Curator: Melike Bayık.
2023 “YAG/GARAGE INTERNATİONAL / TURCHIA“ - via Caravaggio n. 125 / PESCARA Curator: Ivan D'Alberto.
2023 “AMONG US: ANIMAL LIFE IN VIDEO WORK BY ARTİSTS FROM TURKEY“ - Harland Snodgrass Gallery, Alfred University, New York Curator: Lewis Johnson
2023 “BAHÇE HAYALİ“ - Feshane İstanbul. Curator: Emre Zeytinoğlu.
2023 “Elgiz Müzesi Rotary İstanbul Özel Gösterimi“ - Elgiz Müzesi İstanbul.
2023 “QUT“ - 96 Quai de jemmapes, 75010, Paris. Curator: Bilal Ata Aktaş.
2023 “TIME IS LOVE“ - Ortaköy Kethüda Hamamı İstanbul. Curator: Ayşegül Sönmez.
2022 “BRAIN FOG“ / “BEYIN SISI“ - artSümer Gallery İstanbul.
2022 “MAHALLA FESTIVAL - PALIMPSEST.” - İstanbul, Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu. Curator: Mahalla Festival.
2022 “CIRCULAR 3: ULUSAL ÇEVRE VE SANAT SERGİSİ.” - Mersin. Curator: Ezgi Bakçay.
2022 “DUDAKLARIN BENDEN BAŞKA HIÇ KIMSENIN TOPRAKLARI DEĞILDIR.“ / “YOUR LIPS ARE THE LAND OF NO ONE BUT ME.” (SOLO EXHIBITION) - Mardin.
2021 OLAY MAHALLI (EXHIBITION) - Adas İst Gallery İstanbul. curator, Ahmet Ergenç.
2021 THE IMMUNITY (EXHIBITION) - Galerie der Künstler*innen München Münih. curator, Ezgi Bakçay, Barış Seyitvan.
2021 GELECEĞI YEMEK (BAT-ART-LAB) (EXHIBITION) - Merkezkaç Galery Diyarbakır. curator, Seçkin Aydın.
2021 ZAKKUMUN KÖKÜ Solo Exhibition - Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi- İstanbul. curator, M. Wenda Koyuncu.
2021 LA BIENALE DI VENEZIA - 17. MOSTRA İNTERNAZIONALE DI ARCHITETTURA. Curator: Neyran Turan
2021 Bê Welat - The Unexpected Storytellers -NGBK- Berlin. curators, Elif Küçük, Duygu Örs, Engin Sustam, Bilal Ata Aktaş, Şener Özmen.
2020 “Talking to the absent“ Bils_Art İstanbul. Hera büyüktaşçiyan/Mehmet Ali boran Curator: Ahmet ergenç.
2020 So Near yet so far.Villa waldberta palmenhause.munich-Almanya. Curators: Ezgi bakçay/ Barış Seyitvan.
2020 The Heirs. -Hinterland galeri viyana- Avusturya.curators, Barış Seyitvan , Ezgi Bakçay.
2019 “mass menory machines“Aır pavılıon-Helsinki.curators:ivor stodolsky And Marıta Muukkonen.
2019 “under the some sky“karlsruhe. Curators,barbara zoe kiolbassa And Barış Seyitvan
2018 “ Labiyrinth of hopes voll 2“ Paris Curator,by Anne Manigler.
2017- "The Settlement Of The Time" Tuyap International Art Fair/Istanbul Curator: Barış Seyitvan
2016-"Impact Videofest" Adnan Saygun Art Center/Izmir Curator:Ebru Nalan Sülün
2016-"Revolt" Tuyap International Art Fair/Istanbul Curator:Mahmut Wenda Koyuncu
2016-"Life is returning the normal" Açık Studio Collective/Istanbul
2016-"Where from here" Santral Istanbul Curator:Derya Yücel
2015-"Parallax" Arte Art Yaygara /Ankara
2015-"Let's try this again" Videoist Solo Exhibition
2014-"Dispossession" Tuyap International Art Fair/Istanbul Curator:Ali Gradiva Şimşek
2014-"Code Unknown" 42 Maslak Art Space /Istanbul Curator:Ebru Yetişkin
2013-"I can do this as well" C.A.M. Gallery Curator:Emre Zeytinoğlu
2013-"Misplaced union of the fate" Kızıltepe/Mardin Curator:Emre Zeytinoğlu
2012-"3rd İnternational Canakkale Biennial"
2012-"Square Eyes" Caz Gallery Londra/Istanbul Culture University/Ferhat Özgür
2012-"Eyeballing" Cer Modern Yaygara / Ankara
2011- "Contemporary Artist Istanbul Exhibition Past to Present" Akbank Art / Istanbul
2011-"Young, Fresh, Diffrent" Zilberman Gallery
2011-"Where fire has struck" Depo Gallery Curator:Mahmut Wenda Koyuncu, Erden Kosova, Fırat Arapoğlu
2011-"Democracy and the Conflict" Kargart / Istanbul Curator:Fırat Arapoğlu
2009-"No Room for Panic" Outlet Gallery Curator: Azra Tüzünoğlu
“Görünmeyen Kent“
24 Şubat - 12 Mayıs 2024
Adres: Yunt Galeri/İstanbul
“De Fakto“
16 Şubat - 16 Mart 2023
Adres: Galeri Merkur İstiklal Mahallesi Piyalepaşa Bulvarı No:23/D Şişli/İstanbul
“Bir Şans Daha Var Mı?“
08.11.2023 - 10.02.2024
Adres: Milli Reasünans Sanat Galerisi / İstanbul
“Yag Garage International / Turchia“
25 November 2023
Adres: Via Caraviggo n.125 / PESCARA
“Among Us: Animal Life In Video Work By Artists From Turkey“
9 - 28 October 2023
Adres: Alfred University New York
“Bahçe Hayali“
22 Haziran 2023
Adres: İstanbul Feshane (B-7)
“Elgiz Müzesinde Rotary İstanbul Gsterimi“
20 Mayıs 2023
Adres: Elgiz Müzesi İstanbul
“Qut“
14 - 21 Nisan 2023
Adres: 96 Quai De Jemmapes 75010 Paris
“Time is love“
6 - 29 Ocak 2023
Adres: Ortaköy Kethüda Hamamı İstanbul
“Brain Fog“ / “Beyin Sisi“
26 Kasım - 7 Ocak 2022
Adres: artSümer İstanbul
Art Sümer BRAIN FOG Artists Pick Artists[2022] November For the sake of earthly ambitions such as raising existing standards and improving the quality of life, we, as the founders of modern life, have built social patterns that involve complex and fast-paced systems in contrast to simple and static social structures. Experiencing its positive and negative consequences in parallel with the ordinary flow of life, we remained confident that this choice would save us time, ease our lives and increase our level of comfort. Given that we are highly emotional beings, we never seriously considered how the conveniences we have created might challenge our mental and physical health, and thus we voted for the “fast option”. How does this state of acceleration, which in a sense is equivalent to denying the nature of our evolutionary process, affect our neurocognitive nature and the ecosystem that we are part of? Being exposed to heaps of information in endless mirrored rooms, how can our constantly occupied minds use?
“Mahalla Festival - Palimpsest“
1 Eylül – 10 Eylül 2022
Adres: İstanbul, Kurtuluş Rum İlköğretim Okulu
The last Mahalla Festival took place at Greek Elementary School in Kurtuluş, Istanbul Sep 1 – Sep 10, 2022. The palimpsest, our theme, implied ambiguity, multilingualism, interdisciplinary, exploration, re-design, interactivity and, above all, togetherness.
A Palimpsest is originally a manuscript or piece of writing material on which the original writing has been effaced to make room for later writing but of which traces remain. The Palimpsest metaphor was used in the context of Mahalla 2022 to indicate scripted and unscripted knowledge, polyphonic political, social, and cultural discourses and patterns. In the frame of the Mahalla Festival, artists were working in Kurtuluş on artistic productions. The term points to the reality of urban structures visible in remains of human consumption: remains, leftovers, waste, garbage, ruins, and scraps, but also visible in the reproduction of the construction of “the other” in gender and minority roles, the treatment of non-humans and the environment.
The Mahalla Festival 2022 aimed to corrupt dominant discourses and motivates artists to offer forensic views and cause narrative cracks. The Festival invited artists, curators, and visitors to produce different stories and to create new factual as well as symbolic spaces to destabilize common questionable narratives.
Mahalla Palimpsest also draws attention to the value of our everyday objects and their recyclability and upcyclability, as well as the connection between caring for the environment and other humanitarian values. What is left behind, overlooked, and forgotten becomes the playful and critical center of the artistic examination.
2022, Mahalla brought together 38 artists from 15 countries to work together in Istanbul, creating international participation. The main venue was the former Greek Elementary School in Kurtuluş, Istanbul.
The Mahalla Festival 2022 took place in cooperation with the MagiC Carpets Network, a Creative Europe platform uniting 16 European cultural organisations that create opportunities for emerging artists to embark on journeys to unknown lands and to create, together with local artists and local communities, new works that highlight local specificities.
“Dudakların benden başka hiç kimsenin toprakları değildir.“
19 Mayıs 2022 - 20 Haziran 2022
Adres: Mardin Sabancı Kent Müzesi Karşısı Gül Mahallesi Artuklu
Bu sergi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı bir askerin cephede savaşırken, sevgilisine yazdığı bir mektupta geçen bir cümleden hareketle kurgulanmış bir projedir. Toprak elde etmenin doyumsuz iştahının insan arzularına coşku vermesiyle gerçekleşen, büyük bir yıkım ve bu yıkımın orta yerinde yazılmış bir mektubun küçük bir cümlesi, bize insanlık tarihinin en büyük yıkımının temel sebebi olan sömürgeciliğin toprak üzerinden ortaya çıkan tahribatlarını özetler.
Bu tahribat, savaş gibi büyük anlatılardan ziyade başka hangi tür ve şekillerde karşımıza çıkmaktadır? Savaşın yaşanmadığı yerlerde ve zamanlarda tahribat / yıkım gerçekleşmeyen bir şey midir? Hannah Arendt‘in “Kötülüğün Sıradanlığı“ bize kötülüğün bir raddesinin olmadığına dair saptamalarda bulunur. Mehmet Ali Boran buradan hareketle yer, zaman, kültür, doğa, kentler ve insanlar arasındaki ilişkileri farklı medyumlarla işleyerek bu sergisini oluşturur.
Sanatçının yakın dönem eserlerinden de bir seçkinin yer aldığı bu sergi, Mardin Bienali ile eşzamanlı olarak gerçekleşecek. Gençlik yıllarında televizyonda izlediği bir belgeselde karşılaştığı ve halen bu belgeselin ismini ve yönetmenini ayrıca mektubu yazan askerin kim olduğunu hatırlamayan sanatçı, o belgeselden yalnızca “Dudakların benden başka hiç kimsenin toprakları değildir.” cümlesini hatırlamaktadır. Bu imgeyi olduğu gibi alarak sergisini bu başlık altında küçük tahribatların da en az büyük felaketler kadar önemli sonuçlarının olduğuna göndermeler yaparak arzu, mülkiyet kültür endüstrisi, turizm, asfalt, madenler gibi faaliyetlerin yeni dönem güvenlik ve yapılarıyla olan ilişkilerine ve tüm bunların tetiklediği ekolojik tahribatlara yoğunlaşır.
Serginin gerçekleşeceği mekânın yer aldığı mahallenin toprak kayması riskiyle karşı karşıya olması ve üstelik yakın zamanda sık aralıklarla yağan yağmurların bu bölgede erozyonları hızlandırması, sanatçıyı sergi mekânına kimi yerleştirmeler yaparak mekâna bazı müdahalelerde bulunmaya yöneltir.
Sanatçı, Birinci Dünya Savaşı'nda yazılmış ve sergiye referans olmuş mektubu yeniden kurgulayarak bu mektubu kinetik bir yerleştirmeyle sergileyip anakronik göndermelerde bulunur.
Bu mektup, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın müttefiki olan Alman askerlerine karargâh olarak kullandırılmış Atamyan malikânesine postalanmıştır.
19 May 2022 - 20 June 2022.
Address: Opposite Mardin Sabancı City Museum, Gül Mahallesi Artuklu
This exhibition is a built project based on a sentence with reference to a letter written by a European soldier to his girlfriend while he was fighting at the front during the First World War. A massive destruction that took place when the insatiable appetite of getting land gave enthusiasm to human desires, and a small sentence of a letter written in the midst of this destruction summarizes the destructions of colonialism over the land, which is the main cause of the greatest destruction in the history of humanity. In what other types and shapes does this destruction appear to us rather than in grand narratives such as war? Is destruction / devastation something that does not happen in places and times where there is no war? Hannah Arendt's "The Ordinariness of Evil" makes us determinations that there is no rank of evil. From this point of view, Mehmet Ali Boran creates this exhibition by processing the relations between place, time, culture, nature, cities and people with different disciplines. This exhibition, which also includes a selection of the artist's recent works, will take place simultaneously with the Mardin Biennial. The artist, who met in a documentary he watched on television in his youth and still does not remember the name and director of this documentary and also the soldier who wrote the letter is, remembers only the sentence said "Your lips are not the land of anyone but me." Taking this image as it is, under this title, the desire concentrates on the relations of activities such as property-culture industry, tourism, asphalt, mines with the new era security and structures, and the ecological destructions triggered by all these, by referring to the fact that minor destructions have as important consequences as major disasters. The fact that the neighborhood where the exhibition venue is located faces the risk of landslides, and also the rains that have fallen at frequent intervals recently accelerated erosion in this area, lead the artist to make some interventions in the exhibition space by making some installations.
The artist reconstructs the letter written during the First World War and became a reference for the exhibition, exhibiting this letter with a kinetic installation and making anachronistic references.
This letter was posted to the Atamian mansion, which was used as a headquarters for the German soldiers, who were allies of the Ottoman Empire, during the First World War.
Mehmet Ali Boran’ın yeni sergisi Mardin’de kapılarını açıyor
Olay Mahalli
Murat Germen / Mehmet Ali Boran
21.11.21 – 21.01.22
Kurator: Ahmet Ergenç
Açılış: 21 Kasım 2021, 14:00-19:00
Ses tasarımı: Begüm Çalımlı Mekan: Adas
Şehir ve suç meselesi üzerine odaklanan ve şehri bir ‘olay mahalli’ olarak okuyan bu sergide, Ahmet Ergenç’in küratörlüğünde Murat Germen ve Mehmet Ali Boran’ın işleri bir araya geliyor. Germen ve Boran’ın hem kapitalizmin hem de siyasi iktidarın şehir ‘suçlarına’ odaklandıkları işlerine Begüm Çalımlı da ses tasarımıyla eşlik ediyor ve şehirdeki suç unsurlarının işitsel karşılığını yaratıyor. 21 Kasım’da açılacak sergi, 21 Ocak’a Adas’ta kadar izlenebilecek.
Bu sergi şehir, politika, kültür, denetim sistemler, hegemonya, aciliyet, suç, inşaat, gürültü, OHAL ve telaş üzerine düşünen iki sanatçıyı bir araya getiriyor. Biri İstanbul’dan diğeri Mardin’den dünyaya bakan iki sanatçının ‘suç ve şehir’ ya da şehirlerdeki ‘suç unsurları’ üzerine işlerinin karşılıklı konuştuğu bu sergi temelde iki kanalı takip ediyor: kapitalizmin şehir suçları ve devlet / iktidarın şehir suçları (ve elbette bu ikisinin kesiştiği yerler.)
Murat Germen ‘forensic photography’ bakışıyla bir inşaat alanı olarak şehirdeki suç unsurlarını belgelediği fotoğraf ve videolarla bir İstanbul’u bir ‘olay mahalli’ olarak betimliyor. İnşaat, kapital, kentsel dönüşüm, ‘soylulaştırma,’ yoksullaştırma ve diğer beton-suçlarına dair bir arşiv çıkaran Germen şehri özellikle yoksullar için yaşanmaz hale getiren bir görsel-gürültü, yığılma ve ayrımcılığı kayda geçiriyor. Üst üste yığılan bu imajlarda kapitalin ve inşaatın gürültüsünü duymak ve ‘kabul edilmeyen’ suç haritalarını görmek mümkün. Germen’in takip ettiği bir diğer odak da gözetim sistemleri: ‘panoptikon’ bir gözün şehri kuşatmasının ve bunun sonucunda şehrin bir
‘esaret yeri’ne dönüşmesinin görsel kayıtlarını tutuyor. Bütün bu kayıt ve belgeleme çabaları başka bir şehir mümkün mü sorusuna doğru bir kapı açıyor. Sanatçı, bu sergi vesilesi ile ilk defa göstereceği iki ayrı seriden oluşan eserlerin üretiminde oyun tasarımcısı Haluk Diriker ve arayüz tasarımcısı Emrah Kavlak ile işbirliği yaptı.
Mehmet Ali Boran ise kültür ve doğaya müdahale faaliyetlerini belgeleyerek, devletin ve politikanın manzarada bıraktığı suç izlerini araştırıyor. Siyasi baskılar nedeniyle terk edilen evler, güvenlik mekanizmalarıyla donatılmış korkulu manzaralar, taşa sinen tarih ve şiddet, aciliyet sesleri, uyarılar, soyu tükenen türler, ekolojik krizler, arkeolojik araştırmalar, güvenlik mekanizmaları ve yeni denetim sistemleri Boran’ın işlerinin temel hattını oluşturuyor. Boran işlerinde küçük ikaz, uyarı ve işaretlerden hareketle devasa denetim, gözetim ve güvenlik ağlarına işaret ediyor. Sesler, görüntüler ve hikayeler aracılığıyla suçların, ekolojik ve sosyolojik şiddetlerin kaydını tutan Boran işlerinde kültürel manzarayı sömürgesizleştirme ve krizleri ‘iyileştirme’ arzusunu da taşıyor. Boran bu sergideki işlerin bazıları için Mehmet Said Aydın ve Hüseyin Aksoy’la işbirliği yaptı.
Sergi sonuçta iki yönden, hem sermaye hem de siyaset (devlet) yönünden işlenen suçlara ve şehre yapılan müdahalelere dair bir ‘suç hattı’ ya da olay yeri incelemesi çıkarıyor. Begüm Çalımlı da ses tasarımı ve kolajlarıyla bu suç hatlarının çıkardığı ya da gizlediği sesleri bir araya getiriyor: suçun ve gündelik şiddetin işitsel kaydı.
Bu hatlar aslında dünyada başka şehirlerde benzer strateji ve yöntemlerle ilerliyor. Bu sergide görülen işleri saldırgan inşaat faaliyetleri ve devlet suçlarının bir anatomisi olarak izleyebilir, okuyabilir ve dinleyebilirsiniz. Benzer suç hatlarının enternasyonal anlamda dünyanın başka yerlerinde görülmesine karşı yine enternasyonal bir oluşum ve tartışmanın başlangıcı olarak da düşünebilirsiniz bu sergiyi. Suç hatları her yerde olabilir ama bunu gören ve buna müdahale etmek isteyenler de her yerde.
Adas adres:
Seyrantepe Mah. Çalışkan Sokak No: 33, Seyrantepe – İstanbul Tel: 0212 280 3442 / E-
Yeryüzü korkunç bir kadastro (Hüseyin Gökçe - Art unlimited)
The immunity
2-28.11.2021
Kurator: Ezgi Bakçay Barış Seyitvan
Galerie der Künstler*innen München
HAVIN AL-SINDY
VOORIA ARIA
FATIH AYDOĞDU
M. ALI BORAN
SAVAŞ BOYRAZ
YAĞMUR ÇALIŞ
TIMUR ÇELIK
ALBERT COERS
DAILYDOSAGE 24
BURAK DELIER
BEKIR DINDAR
DANIEL GEIGER
BERAT IŞIK
OLEKSIY KOVAL
İSMET KÖROĞLU
PINAR ÖĞRENCI
MUSTAFA PANCAR
WALID SITI
VERONIKA WENGER
UFUK YILMAZ
MERKEZKAÇ Diyarbakır
KARŞI SANAT Istanbul
RHYTHM SECTION München
Out Of Competition
14-20 Ekim 2021
Der Ilısu-Staudamm wurde 2006 als Wasserkraftwerk gebaut und im Jahr 2020 in Betrieb genommen. Auch wenn Wasserkraftwerken aufgrund ihrer sauberen Energieerzeugung oft eine gewisse Unschuld zugeschrieben wird, schaden sie ihrer Umwelt und Natur immens. Während Hunderte von historischer Höhlen während des Baus des Ilısu-Staudamms mit Dynamit zerstört wurden, wurden auch Hunderte von Dörfern geräumt. Der Staudamm hat die Stadt Hasankeyf überflutet, Tausende von Menschen zur Migration gezwungen und Hunderte von architektonischen Strukturen vernichtet.
Die Videoarbeit zeigt die Entfernung des Staubs, der von den beim Bau des Damms verwendeten Maschinen hinterlassen wurde, und konzentriert sich darauf, wie eine historische Stätte, die antike Stadt Hasankeyf, das Terrain, auf dem sie fast zehntausend Jahre lang stand, und all ihre anderen Elemente – Atmosphäre, Strukturen, Bakterien und Parasiten, die sich im Laufe der Zeit gebildet oder von Menschen hinterlassen wurden, überflutet, von Karten gelöscht und zerstört wurde.
Bendava Ilısu di sala 2006-an de wekî santrala hîdroelektrîkî hate çêkirin û di sala 2020-an de hat xebitandin. Her çend santralên hîdroelektrîkê bi gelemperî ji ber hilberandina enerjiya xwe ya paqij wekî bê gunehî tê binav kirin, lê dîsa jî gelek zirarê dide xwezayê. Di dema çêkirina Bendava Ilısu de bi sedan şikeftên dîrokî bi dînamît hatin hilweşandin, bi sedan gund jî hatin xerab kirin. Bilndbûna ava bendava bajarê Heskîfê, hêşt bi hezaran kes lê jiyan dikin ji wir derkevin û koçber bibin. Karê û çêkirina vîdyoyê ewe ku toza makîneyên ye di çêkirina bendavê de çebûye werê rakirin, û li ser werê seknandin Mîna şûnwarek dîrokî, kevinbûna bajarê Heskîfê, erda ku nêzî deh hezar sal e, û hemî hêmanên wê ya din - atmosfer, avahî, bakterî û parazîtên ya ku bi demê re çê bûne yan ji hêla mirovan de hatiye hiştin, hat lehî kirin û ji nexşeyan hate jj bîrkirin û rûxandin.
بەنداوی ئیلیسو لە ساڵی ٢٠٠٦وە وەک وێستگەیەکی بەرهەمهێنانی کارەبایی دروستکراوە و لە ساڵی ٢٠٢٠دا دەستی بەکار کردوە. هەرچەندە زۆر جار کارگەی بەرهەمهێنانی کارەبایی بەهۆی بەرهەمهێنانی وزەی پاکەوە بە بێ تاوان ناودەبردرێن بەڵام زیانێکی زۆر بە ژینگە و سروشتی خۆیان دەگەیەنن
Geleceği Yemek
17 Eylül 2021
Küratör: Seçkin Aydın
Zakkumun Kökü
Mehmet Ali Boran
3 Eylül Cuma 19:00 Açılış
Küratör: M. Wenda Koyuncu
http://kiraathane.com.tr/sezon-programi/2021-09-03-zakkumun-koku
Titreşimler, Yara ve Merhem olma (Hüseyin Gökçe)
Zakkumun Kökü ve Yabancılığımız (Hıdır Eligüzel ile söyleşi)
Kötülüğün Kökü, Hayırseverin Zehri (Nazlı Pektaş ile söyleşi)
Zakkumun Kökü Sergisinden Kalanlar (Oğulcan Yiğit Özdemir-Mehmet Mahsum Oral)
Cleaning Operation (Temizlik Operasyonu)
O17th international Architecture Exhibition la Biennale do Venezia Pavilion of Turkey
22/05 - 21/11/2021
SALE D'ARMI, ARSENALE
Ilısu Dam began construction in 2006 as a hydroelectric facility and started operating in 2020. Even though hydroelectric power plants are often attributed a certain innocence due to their clean energy production, they also do immense harm to their environment and nature. While hundreds of caves witnessed explosions during the construction process of Ilısu Dam, hundreds of villages were also cleared out. Such actions to construct the dam are threats not only for a single species; they constitute environmental injustice for all living and non-living beings in the region.
The Dam has flooded the town of Hasankeyf, forced thousands of people to migrate, and caused hundreds of architectural structures to disappear. When Hasankeyf’s urban image will no longer be imprinted on the memories of a region that lies within the migratory path of storks, will this create a confusing path for this species or result in an inability to find the path of their ancestors?
By portraying the removal of the dust left by the machines used in the dam construction, this video focuses on how a historical site, the ancient city of Hasankeyf, the terrain it stood on for almost ten thousand years, and all of its other elements—its atmosphere, structures, bacteria, and parasites formed in time or made by people—were flooded, erased from maps, and destroyed. The project takes us to a moment right before Hasankeyf’s overview and its Google Earth images were deleted and right before it will be impossible to be located from afar and cleanses the site’s rocks, trees, weeds, markets, and structures that will no longer exist along with the very machines that left clouds of dust on the site as the dam was being built.
About the authors: Barış Seyitvan is an artist and curator who lives in Diyarbakır and Berlin. Mehmet Ali Boran lives in Mardin and researches the security systems of the new era through ‘kalekols’ [castle stations], mines, asphalt coating works, and hydroelectric power plants.
https://www.ticketino.com/en/Event/Soft-Opening-be-welat-the-unexpected-storytellers/139463
Our "bê welat - the unexpected storytellers" exhibition, which we have been working on for a long time, is finally ready to meet its visitors after great labor and endeavor (special thanks to Duygu and Elif in this regard).
Being beyond excited rests insufficient to explain to be a part of such energy-required work.
And now the final step is done, the belts are fastened and we are ready to welcome you with my project-group fellows Elif Kucuk, Duygu Ors, Sener Ozmen and Engin Sustam
During the whole duration of the exhibition, a rich accompanying program will follow the main event. Stay tuned.
So I invite friends, friends of friends, and possible friends who are in Berlin to the opening, and those who are not, to be ready for a soft opening on our Instagram account: Be__welat
Featured artists:
Deniz Aktaş, Havin Al-Sindy, Beizar Aradini, Nuveen Barwari, Mehmet Ali Boran, Savas Boyraz, Mahmut Celayir, Fatos Irwen, Miro Kaygalak, Elif Kucuk, Zelal Özkan, Şener Özmen, Hêlîn Sahin
Accompanying program:
Hogir Ar, Mizgin Müjde Arslan, Mihemedê Beyro (Dengbej Mehemede Beyro), Yıldız Çakar, Ali Kemal Çınar, Hesen Ildiz, Hero Kurde, Mirza Metin, Heja Netirk, Fatma Savci, Karosh Taha, Diako Yazolini, Soleen Yusef, Helim Yusiv, Berfin Zenderlioğlu and others.
Organized by: neue Gesellschaft für bildende Kunst (a huge thanks to them)
Sanatçılar: Hera Büyüktaşcıyan – Mehmet Ali Boran
Küratör: Ahmet Ergenç
Mehmet Ali Boran ve Hera Büyüktaşcıyan’ın, merkezinde iki ‘kuş’un durduğu, hatta kuşların anlatıcı olduğu bu videoları, benzer bir anlatı biçiminin yanı sıra ortak bir derdi de paylaşıyor: geçmişi kurtarmak, geçmişin ‘hayaletleri’ni konuşturmak ve bugünü o kurtarılan hayaletlerle birlikte yeniden okumak. Geçmişi unutturma, tahrif etme ya da hayaletleştirme politikasının temel ideolojik hamlelerlerden biri olduğu düşünülürse, bu iki video da hakim ideolojik anlatıya karşı birer müdahale gerçekleştiriyor. Ve bu müdahaleler, Foucault’nun ‘karşı-tarih’ ve ‘karşı-hafıza’ dediği şeyin yolunu açabilecek birer patika daha açıyor.
Derrida’nın (artık çok bilinen ve üzerine çok konuşulan) hayalet-bilim (hauntology) kavramı bu iki video için de kullanılabilir. Derrida’nın önerdiği yöntem tarihin ya da anlatıların ‘hayaletleri’ne bakmak ve resmi manzarayı ya da anlatıyı yapısöküme uğratmaktı. Ontoloji değil, hontoloji. Varolana değil, varolmayana bakmak. Ya da Sevim Burak’ın dediği gibi: “Yoklarla konuşmak.” Burada, hem Boran hem de Büyüktaşcıyan geçmişin hayaletimsi hikayelerini konuşturuyorlar: ‘yok’ sayılanlarla bir konuşma.
Büyüktaşcıyan, ‘Ne Yerde Ne Gökte’ adlı video işinde bir kuş figürü üzerinden zamanlar arası bir yolculuğa çıkarak, şimdi ile geçmişi üst üste bindirerek bir geçmişi kurtarma hamlesi yapıyor. Bu hamledeki ‘ana-karakter’ Bergama’da bulunan, MÖ 160-150 yılları arasına ait bir ‘papağan mozaiği’nden esinle üretilen bir kuş. Bu kuşun eski zamanların Pergamon’uyla, günümüz Bergaması arasında gidip gelmesi, iki zamanı birbirine bağlıyor: tarih, kayıp, tarih anlatısı gibi kritik mevzular bu kuşun tanıklığıyla anlatılıyor. Bu tanıklık insana geçmişin geçmiş olmadığını, o hayaletlerin taşlarda, yapılarda, coğrafyada titreştiğini hissetiriyor. Anadolu’da bir hayalet dolaşıyor, hontolojik bir kazıyla açığa çıkarılmayı bekleyen bir hayalet.
Boran ise Büyülü Ev adlı videosunda, Mardin’de bir Ermeni aileye ait Kespo malikanesinde ‘kafası koparılmış’ olan bir güvercini ‘protez’ bir kafa takarak onarıyor ve bu ideolojik ve fiziksel şiddete uğramış sembole iade-i itibarda bulunuyor. Burada çok sert bir tahribat var: bir küçük heykelin kafasının koparılması, hem Ermeni mirasının nasıl bir şiddetle yok edildiğinin ifadesi, hem de nekro ve biyopolitikayla alakalı bir şey.
Hem Boran, hem de Büyüktaşcıyan tarihin hayaleti diye de ifade edilebilecek ‘yok-şey’le bugüne müdahalede bulunuyorlar. Bugünü resmi tarihin değil, öteki-tarihin gözüyle yeniden görmek için iki kritik müdahale.
Ahmet ERGENÇ Sergiyle İlgili Bülten Linkleri
https://www.5harfliler.com/yoklarin-seyrinde-bir-sergi
13 metrekare Sanat Kollektifi İle…
“ Faillik meseleleri bağlamında, İnsanı merkezine alan bir düşünce ağının içinde; ev, köprüler, sokaklar, caddeler, pasajlar gibi belleğin taşıyıcısı durumundaki mekanların hafızalarına dair gerçekleştirmeye çalıştığımız sanatsal üretimlerimiz ve metodolojileri, ne ölçüde doğru bir üretime ve doğru bilgilere ulaşmamızı sağlayabilir?
Mehmet Ali Boran, bir mekanı canlı ve cansız mefhumunun eşitlendiği bir zeminde görmeye Çalışarak, kimi arazilerde
yaptığı gözlem ve araştırmalarını ve bu alanlara dair gerçekleştirdiği kimi videolarını ele alacak.
Boran, ayrıca yine çağdaş sanat medyumlarını kullanarak yeni dönem güvenlik sistemlerinin, bitki örtüsü, kayaç türleri, engebelilik gibi Jeo üzerinden denetim ve gözetim sistemlerinin, bilhassa orman yangınları, HES ve asfalt dökme çalışmaları gibi doğaya kalıcı hasarlar bırakan projelerin icrasının başka türlü nedenlerine eğilmeye çalışıyor.“
Fiziksel mesafenin korunduğu, kapalı bir oturum olarak gerçekleşecek.
So Near Yet So Far | Vernissage 15.02.2020 16 bis 20 Uhr | Villa Waldberta Palmenhaus
Uluslararası hareketlilik imkanları yeni sanatçı ağlarını yaratıyor; yeni kolektif sanat pratiklerini hayata geçiriyor. Çağdaş sanat projeleri uluslararası, disiplinler ötesi, çoğul, katılımcı, kolektif olmanın değerini ortaya koyuyor. Buna karşın iletişimin niteliği için aynı şeyi söylemek mümkün mü? Çağdaş sanatın küresel estetiği yereli, farklılığı, çeşitliliği ne derece içeriyor? Merkez çevre hiyerarşilerinin baskısı altında sanatçı kendi coğrafyasının sorunlarını, kendi seyircisini, kendi varlık sorunlarını ne derece paylaşabiliyor? Uluslararası sanat alanında konuşulan dil çoğulluğu ne kadar taşıyor? Uluslararası çağdaş sanat alanında, tüm o ağır kavramsal çerçeveler altında birleşen sanatçılar teorik, estetik bir ortaklığı deneyimleyebiliyorlar mı?
Çok Yakın Ancak Çok Uzak bu sorulara odaklanan iletişimsel bir estetik deneyimdir. Bireysel ve kültürel farklılıkları, öncelikleri, hassasiyetleri ve eğilimleri kaybetmeden çoğulluğu yaratıcılığa koşmak için bir model önermektedir. Atölye çalışmaları, okumalar, performanslar ve bir sergiden oluşan proje, merkezi üç farklı şehirde olan, üç uluslararası sanatçı inisiyatifinin üyesi veya davetlisi sanatçılar tarafından gerçekleştirilecektir: Karşı Sanat / İstanbul, Merkezkaç / Diyarbakır ve Rhythm Section / Münih.1
1 Karşı Sanat Kolektifi ve Enstitüsü (İstanbul merkezli) bir sanatçı kolektifi ve İstanbul Be- yoğlu'nda bulunan bağımsız bir sanat mekanıdır. 2000 yılından beri Karşı Sanat çeşitli uluslararası sergi, etkinlik ve eğitim programlarına ev sahipliği yapmıştır. Karşı Sanat, siyasi ve estetik kısıtlamalar olmadan tüm farklılıklara yer açmaya çalışan kar amacı gütmeyen bir organizasyon- dur.
Merkezkaç Sanat Kolektifi Diyarbakır merkezli, Diyarbakır, Batman ve Mardin'den gelen ve hala bu şehirlerde yaşamakta olan sanatçılardan oluşan bir kolektiftir. Bölgedeki çağdaş sanatın potansiyelini ortaya çıkarmayı ve uluslararası üretim süreçlerine eklemeyi amaçlamaktadır. Çağdaş sanat bağlamında, üniversitelerin ve güzel sanatlar liselerinin sanat bölümlerinden öğren- cilerle eğitim çalışmaları yürütmektedir.
Rhythm Section Münih merkezli, uluslararası bir sanatçı grubudur. Çalışmalarının merkezine ritmi alan farklı sanat alanlarından gelen çağdaş sanatçılardan oluşur.
Çok Yakın Ancak çok Uzak farklı güzergahlardan gelmiş sanatçıları estetik araçlarla, kararları birlikte alıp uygulayarak, mekanı ve zamanı ortaklaşa kullanarak, işbirliği içinde toplu bir sergi oluşturma deneyimine davet etmektedir.
Hinterland Galerie ve Karşı Sanat işbirliğiyle gerçekleştirilen Mirasçılar/The Heirs başlıklı küratörlüğünü Ezgi Bakcay ve Barış Seyitvan'ın üstlendiği sergi, 30 Ocak-14 Mart arasında Viyana'da Hinterland Galerie'de. Yolunu düşüren herkesi bekleriz.
29 Ocak saat 19:00 Açılış
Adres: Hinterland Galerie
Krongasse 20 A-1050 Wien
Mirasçılar
"Kültürel mirasa değer verilmesi", kültürel ve ekonomik açıdan cömert bir eylem olarak görülebilir ancak bu eylem aynı zamanda kültürel gücün enstrumanlarından biridir.
Kültürel mirasın korunması, geçmişin yorumlanması olduğu kadar geleceğin de inşa edilmesidir. Eğer “tüm hükümdarlar kendilerinden önce hükmedenlerin mirasçılarıysa” kültürel mirasın mirasçıları tam olarak kimlerdir? Kültürel miras, zafer kafilesinin ganimetleriyse, hariç tutulanları nasıl tarif eder, geçmiş sahiplerinden söz etmeden nasıl tanımlayabilir, hükümdarların eline geçen kültürel hazineler üzerinde nasıl hak iddia edebiliriz?
Sanatçılar:
Elçin Acun, Aşkın Adan, Mehmet Ali Boran, Yağmur Çalış, Orhan Cem Çetin, Nilüfer Ergin, Rezzan Gümgüm, Rubber Hammer, Barış Seyitvan, Selim Süme, Dilek Winchester, Egemen Tuncer
The Heirs
"appreciation of cultural heritage" can be considered a generous cultural and economic practice but this practice also acts as an instrument of cultural power.
Protection of the cultural heritage is as much a construction of the future, as it is an interpretation of the past. If “all rulers are the heirs of those who conquered before them”, then who exactly are the heirs of the cultural heritage? If the cultural heritage is the spoils carried along in the triumphal procession, how do we define the cultural heritage that is excluded or how do we define it without addressing its previous owners and how do we claim back the cultural treasures from the rulers?
Artists:
Elçin Acun, Aşkın Adan, Mehmet Ali Boran, Yağmur Çalış, Orhan Cem Çetin, Nilüfer Ergin, Rezzan Gümgüm, Rubber Hammer, Barış Seyitvan, Selim Süme, Dilek Winchester, Egemen Tuncer
Artists:
Babi Badalov, Damian Le Bas, Delaine Le Bas, CABOCO (Benjamin Abras / Nástio Mosquito / Junior Fernadez), Baran Cağinli, Chto Delat - events and aroundChto Delat, Lusine Djanyan and Alexey Knedlyakovsky, Juan-Pedro Fabra Guemberena, Kholod Hawash, Fatoş Irwen, Saddam Jumaily, Spartak Khachanov, Barış Seyitvan / Mehmet Ali Boran, Issa Touma
Musicians: Lil Baliil, Ramy Essam, Paleface Official, Grammo Suspect - Rainbow Ambassador Kenya
Curators:
Ivor Stodolsky and Marita Muukkonen
AR Pavilion Helsinki - Mass Memory Machines
The violent injustices, dramatic specifics and complex trajectories of the emergencies which put artists at risk - be they Afro-indigenous Brazilians, Iraqis or Kurds from across ancient Mesopotamia’s blood-soaked contemporary borders, secular artists under religious regimes, Europeans of Romani descent, dissident ecologists, or indeed any dissenting voices resisting the crude appeals of hydra-headed fascism - are all radically different.
From a perspective of safety - where you, dear reader, are most likely located - all of these violations of physical dignity and freedom of expression are clustered under one universal: their haptic absence. In other words, these emergencies are scarcely felt in the here and the now. Or do you feel something that scrapes your skin, embattles your ears, stings your eyes - your very own - dear reader?
Emergencies flash by on screens, generated somewhere, somehow by someone, or some algorithmic machine. One by one, each is soon suppressed by newer news, with the angry seas of mass (mis)information rising. It’s always been easier to let yourself forget.
The Helsinki edition of the Artists at Risk (AR) Pavilion is an exhibition of first-hand witnesses and story-tellers; bodies as living documents; makers of unmade monuments; creators of memory-machines of worlds whose language you may have forgotten, denied or never learned. Translating the physically-absent into the mentally-present: the art of making memory.
A few questions.
“Why are We always on the Outside?” asks a great artist, a Gypsy as he calls himself. This massive work, which hung on the outside of Moderna Museet Malmö, and on a central square in Berlin, now adorns Helsinki’s Eerikinkatu. Are the Romani people, Europe’s largest ethnic minority like he says, “1000 Years Refugees”?
Water climbs slowly to efface one of the first sites of human settlement, 12,000 years old. Streets and cafes are submerged, homes follow, then generations of dwellings, entire civilizations, human-geological strata. This settlement is not cursed by angry gods; nor is this a biospheric response to our anthropocene hubris. We are speaking of just another dictator’s dam. Do you remember Hasankeyf?
What is that war about, in the blood-soaked steppes of Ukraine? Or that war, in 1918, on Helsinki’s Long Bridge? Brother kills brother, and their sisters make the ammunition. Can bullet-holes be filled with molten bronze, to heal the wound? Or should a civil war be manifested in beaten iron figures and the screaming of the wind?
Artists at Risk (AR) is an institution at the intersection of human rights and the arts. AR is dedicated to mapping the field of persecuted art practitioners, facilitating their safe passage from their countries of origin, hosting them at “Artists at Risk (AR)-Residencies” and curating related projects, such as the AR PAVILION.
This exhibition format was launched with the AR Pavilion - Athens (Biennale, 2017); continuing with the AR Pavilion - Istanbul (parallel programme, Biennale 2017); the AR Pavilion - Madrid (Matadero-Madrid, Transeuropa Festival 2017); and the AR Pavilion - Berlin (Aufbau Haus / Nordic Embassies, Berlin, 2018). Bringing this format home to AR’s first base, PM is very pleased to launch the 5th AR Pavilion - Helsinki.
Perpetuum Mobile (PM)’s Artists at Risk (AR)-Network currently comprises 12 operational, former and future AR-Residencies across Europe and Africa.
Generously funded by the Finnish Cultural Foundation - Suomen Kulttuurirahasto, the City of Helsinki - My Helsinki and Koneen Säätiö - Kone Foundation, Taiteen edistämiskeskus - Taike, Saastamoisen säätiö - Saastamoinen Foundation, Saaren kartano - Saari residence, Nordisk kulturkontakt.
Image Credit: Saddam Jumaily, F16,
The Exhibition project "Di bin ezmaneki de /Under the same sky" brings media artists from Turkey, Europe and Canada to Karlsruhe, opening a dialogue at the offspace Luis Leu. The exhibited artworks range from protest to hope, from subversion to humor, from activism to poetry, and project freedom onto the wall.
Curators:
Barbara Zoe Kiolbassa - Barış Seyitvan
Artists:
Fikret Atay
Khadija Baker
Mehmet Ali Boran
Aşkın Ercan
Murat Gök
Fatoş irwen
Berat ışık
Curated by Anne Maniglier
Artists:
Ravi Agarwal,
Mehmet Ali Boran,
Rachel Cunningham,
Shanthamani M,
Alok Prabhaker,
Haythem Zakaria
Appartement Zero 13 rue des archives Paris opening 6 Avril 2018 7-11 pm & sur rdv du 6/04 au 6/05
Ankara Genç Sanat Bienali
1-3 Aralık-December 2017
Alan Savunması Alper ÖZ “Kodlar yasadır. Sınırlar yaratır. Kodlar bizi belirler. Bugün yeni medya teknolojilerini kodların hayatımızı nasıl dönüştürdüğünü ve bizi nasıl belirlediğini bilmeden kullanmaktayız. Bu tehlikeli bir durum olabilir. Artık oyunun kurallarını tamamen kavrayamıyoruz. Kodları yazmadan ve bilmeden yaşıyoruz”(1) Şerif Mardin katıldığı bir TV programında "“privacy”" kavramını dile getirmişti. Yeni bir kavram değildi elbet ama çok önemsenen de bir kavram değildi, hâlâ da değil. “privacy”’nin daha önce dile getirdiği “mahalle baskısı” kadar toplumda rağbet görmeme sebeplerinin üzerine konuşulabilir. Belki “privacy” anlam olarak kişiselliğe vurgu yapıyor diyedir. Nihayetinde en basitinden aile kavramından başlanarak sürekli birlik beraberlik nutuklarının verildiği bir toplumdayız. Olası bir “privacy” savunması ile bireyci, egoist vs yaftası yemek arasında geçecek süre eminim çok uzun olmayacaktır. Programdaki konuşmanın metni şöyleydi “ ‘privacy’ diye bir kavram var; bu, insanın harimi ismetine dokunmamak manasında; buna dokunmak ve bunu öne çıkarmak Türkiye de büyük bir zafer sanılıyor; bunun aksine demokraside “privacy” diye bir şey vardır, bu davranış biçimi, tutumdur, sizin hususi hayatınıza girilmez diye bir ilkedir. Bu demokrasinin bir parçasıdır; “privacy” olmadan demokrasi olmaz; insanların hususi hayatlarındaki düşüncelerini çengelleyip ortaya çıkarmayı bir zafer sanmak; bu bize mahsus bir şey…”(2) Türkçe'de “privacy”’nin karşılığı olarak mahremiyet kullanılıyor ama mahremiyet tam karşılamıyor olabilir. Yani Şerif Mardin'in kullandığı şey "mahremiyet"ten çok "mahremiyet alanı" anlamındaydı. Farkına gelince: - "mahremiyet" daha çok "gizlilik" anlamında kullanılır(TDK) ya da Nişanyan'ın etimolojik tanımı: "yasak, tabu, töre uyarınca evlenilmesi yasak olan akraba". Yani çoğunluğun bilmemesi gereken, kişinin gizlemesi, sakınması gerektiğine inanılan şeydir. - Alan olarak tanımlandığında ise kişiye özel olan, mahremden farklı olarak herkesçe de bilinmesinde sakınca olmayan, ancak herkesin girip çıkamayacağı, saldıramayacağı, "toplumsal ahlakı zedeliyor" gibi nutukların sökmeyeceği yer demek oluyor, yani tanımından ötürü kişiye hareket imkânı sağlıyor. Mahrem alan yerine güncelde karşılığı olarak özel yaşam da kullanılabilir. Sennett, “Kamusal İnsanın Çöküşü” kitabında özel yaşamın Roma ile modern çağda farklı gelişmesinin nedeninin özel yaşama verilen anlamdan ötürü olduğunu yazar: “Romalı birey, özel yaşamın kamunun karşısına koyabilmek için bir başka ilke, dünyanın dinsel bakımdan aşılmasına dayanan bir ilke arayışına girmişti. Özel yaşamımızda bizim aradığımız ise aslında bir ilke değil, psişemizin ne olduğuna, duygularımızda neyin sahici olduğuna ilişkin bir düşünümdür. Özel yaşamı; yani kendi başımıza, ailemizle ve yakın arkadaşlarımızla baş başa kalmayı, kendi başına bir amaç haline getirme çabasındayız”(3). Özel yaşamdan[özel yaşam süresinden] beklentimiz, onu, kendi üretimimiz için veya en azından yakın çevremizle baş başa harcayabilmemiz. Her iki durumun da doğal sonucu olarak özel yaşam ile toplumsal yaşam arasında bir sınır çizmemiz gerekiyor ki zaman geçirmek istediklerimiz dışındakileri özel yaşamdan saymayalım, kendimize alan yaratalım. Bu aşamada, sınırı belirlemenin zorluğu ile karşı karşıya kalacağımızı öngörebiliyoruz. Çünkü aradığımız veya kurmaya çalıştığımız alanın somut netliği yok. Benek Çinçik’in 2013 tarihli yüksek lisans tezinde değindiği üzere, kişisel mekân konusunu ilk ortaya atan Katz olmuş. Katz’ın 1937’de öne sürdüğü kavramı Heidegger 1950’de “her hayvanın çevresini bir balon veya hava kabarcığı gibi kuşatarak kendisi ve diğer hayvanlar arasında uygun bir mesafeye izin vermek” olarak tanımlamış. Son olarak da Hall 1963-1969 yılları arasındaki çalışmalarının sonucu olarak Proksemik Teori’yi ortaya atarak olaya tamamen fiziksel nitelik katmış ve kişisel mekânı mesafeler cinsinden ifade etmiş(4). Hall’ın mekân tanımlamalarından kişiye ait en özel alan 0-45cm ile “yakın mesafe”dir. Burası yakınlarla kurulan ilişkilerin mesafesidir; Sevgili, çocuklar, yakın aile, eş dostun olduğu alan(5). Toplu taşıma, asansör kullanırken huzursuzluğumuzun sebebi bu mesafeyi paylaşmak zorunda kalmamızdır. Peki, insanların içgüdüsel olarak kendilerini güvende hissetmek üzere belirledikleri bu fiziksel sınırlar, fiziksel güvenliği sağlarken, daha soyut kavramlar olarak insanlara düşüncelerini geliştirebilecekleri, üretimlerini ortaya koyabilecekleri bir korunaklı alan da sağlar mı? Tarde’ın “varolmak, farklılaşmaktır”(6) ifadesine atıfla, insanın kendini var edeceği boyutta farklılaşacağı imkânları sunmaya yeterli olacak mıdır? Yakın mesafe, yakınlarla ilişki kurulabilen mesafe olarak tanımlanıyor. Dışarıda bırakmak istediğimiz diğer çevrelerin bu tanımları manipüle ederek yakın mesafe sınırını aşmaya teşebbüs etmeyeceklerinin garantisi yok. Aileye ve yakın çevreye bu derece önem atfederek, şirketlere, yiyecek içecek mekânlarına, okullara vs. tanıtım kanallarında taarruz edebilecekleri yeni bir kapı da bırakmış oluyoruz; “aile sıcaklığı”, “biz bir aileyiz”, “anne eli değmiş” gibi öbekler öne çıkarılıyor. Aynı durum özel yaşamını kamusal yaşamın ardında tutup kendinden önce dinini, milletini, örgütünü, partisini var eden, onlar varsa ben varım diyen taraf için de kullanılıyor. Bu sefer de bu kavramların yüceltilmesine dayanan tanıtımlar, konuşmalar ile kuşatılıyoruz. Vestel’in üreteceği “yerli” akıllı telefon modeli için çektirdiği reklam filminde, çalışanların ve ailelerinin üstlendikleri etiketlerin nasıl manipüle edildiğini gösteren bir metinle karşı karşıya kaldık. Yerli vurgusu ile zaten en başından alıcının gönlünde kurduğu tahtı, metnin akışıyla çalışanının kafasında da edinmeye çalışıyor. Ailesiyle yemek yemeyen, arkadaşlarıyla maç yapmayan, çok yemek istediği peyniri iş çıkış saati sebebiyle bakkaldan alamayan, sinemaya gidemeyen, ebeveynini uykusuz bırakan çünkü ülkeleri için, toprakları için, vatan millet için bir telefon üreten çalışan tipi; şirket, deadline, seri üretim, kâr falan değildir yani olay. Sorulunca bunu kendileri de söyler. Bu hikâyeleri o kadar dinlemişlerdir ki o kadar iyi anlatılmıştır ki dinlerken kendilerini unutup bu kelimeleri tekrara başlarlar. Şirketlerdeki motivasyon konuşmalarından duyduklarını yakın çevrelerine anlatmaya başlarlar. Dolayısıyla bu şirketlerde çalışanlardan, ürünlere dair dinleyeceklerimiz, reklam metinlerinde duyduklarımızdan çok farklı olmayacaktır, belki meslek icabı ekleyecekleri birkaç teknik ayrıntı. Yaratıp tüketiciye sunduğu bu beyaz yaka mavi yaka modeli ile hem kendi çalışanının motivasyonunu sağlıyor hem alıcının duygusal yanını okşuyor, belki okşamıyor, saldırıyor. Bu kadar tavizle çalışmanın “Niçin”ine kendi yanıtı olmadan, ezberletilen cevaplarla açıklama getiren ve sadece “Ne” yaptığını bilen üretim ordusu. Bu saldırılar arttıkça kişinin kendi adına/kendinden söyleyeceği şeyler azalıyor. Jargon ve hitap tonlamaları bu taarruzlar sonucu tek tipleştirilmiş oluyor. Yani üzerimize aldığımız her etiket, her aidiyet ünvanı ile kendimizi var ettiğimizi düşünebiliriz. Öte yanda, etiket sayısı arttıkça sınırımızı muğlaklaştırmış olduğumuzu gözden kaçırabiliriz. Her ne kadar sınır bizi tanımlayacak bir etkenmiş gibi görünse de uygun pasaportla yaklaşmayı bilen herkesi içeri almanın önünü açmış oluyoruz aslında. Şirket üzerinden daha güncel örnekleme yapacak olursam, cep telefonları, kişisel bilgisayarlar vb araçlarımız, hepsi 45cm’nin içinde, bu da demek oluyor ki ofisimiz 45cm’nin dışında kalmış olsa da mail bildirimleri ile iş hayatımız her an yanıbaşımızda. Sınır her koşulda deliniyor; zihinsel ve fiziksel. İletişim için gerekli olanın gönderici, mesaj ve alıcı olduğunu biliyoruz(7). Şimdi bu sürece insanlar için tekrardan bakalım, gönderici ve alıcı, iş yerlerinden, reklamlardan, kişisel gelişim kanallarından vs gelen taarruzlarla yeniden üretilmiş; mesaj ise günümüz iletişim kanallarına bakınca bazen kaynağı bile bilinmeyen kodlama yöntemleri ile aktarılıyor. Hal böyle olunca her ne kadar tarafı olsak da iletişim, bizden bağımsız, belli başlı şirketlerin kod algoritmalarının inisiyatifinde ilerleyen bir süreç haline geliyor. Konuşma, yazışma gibi geleneksel yöntemler bile yukarıda bahsettiğim etkenlerle tek tipleştirilen, sınırlandırılan kelime haznesine sahip dil sebebiyle, isteneni aktarmaktan uzaklaşmış durumda. Bu kısır dil, hem içinde kavrulacağımız alanı belirliyor hem sınırın kendisini ifade ediyor. Muktedirin Sınırları vs Mahremiyet Sınırı Muktedir, kendi lehinde insan inşa ederken dil ve fiilerle başlıyor. Burada muktedir olarak devleti alıp örnekleme yapayım. Kısa bir hatırlatma yaparak devam edelim: İçki reklamları yasaklandı, içki satışı sınırlandı, binlerce kez tüm alenilikleri ile izlediğimiz Yeşilçam filmlerindeki sigaralar bile çiçeklendi. Dizi sahnelerinde duvarda görülen dekolteli tablolar, çıplak heykeller bile buzlandı. Apollinaire Davası, Fareler ve İnsanlar’ın ananelerimize uygunsuz bulunması gibi trajikomik vakalarla karşılaştık, bir yerden sonra takipte zorlanır olduk zaten. Yazılı halde bulunan ve geleneklere aykırı olduğu düşünülen bu kitaplarla yeterince uğraştıktan sonra olay bir tık ileri gitti. Yani TV, bakkal, yayınevi gibi devletle vergi ve işletme yönünden bağı olan kurumlardan sonra alan daraldı. Konu gençlerin evlilikleri, çocuk sayısı, sokakta dolaşma şekilleri, kahkahaları, LGBTİ olma durumları oldu. “privacy”’e karşı geleneklere dayandırılan güçlü bir söylem geliştirdikten sonra ataklar başladı. Aile kurumunun kendisi bile tartışılabilecekken, ailelere çocuk yapmanın ve yapılacak çocuk sayısının bir görev olarak tenkidine başlandı. Kızlı erkekli yaşamanın anormalleştirilmesi girdi sıraya, bir ara evlenen gençlerin kredi borçlarının silinmesine kadar gitti. Bu aşama artık devletin resmi olarak mahrem alanlara girmeye başladığının ilanıydı. Bu aile yatırımları birçok ülkede var bildiğim kadarıyla. Avrupa da yaşlanan nüfusuna çare olarak uyguluyor bunu. Devlet için çocuk, devletin(aslında iktidarın) bekası demekti ve bunun için her türlü yatırım mubahtı. Aile de “ben yapamadım ama çocuğum güzel imkânlara doğacak, benden iyisini yapacak” motivasyonuyla bir hayli mutluydu. Yazının başlarında Sennett’en alıntıladığım modern özel yaşam tanımının temel bileşenlerini oluşturan kişi, ailesi ve yakın çevresi de böylece iktidar eliyle şekillendirilmeye başlanmış oluyordu. Kitlelere o kadar dâhil edilmiş ve dâhil edildikçe o kadar sessizleştirilmiş ve kitle için o kadar her şeylerini vermeye hazır durumda ki insanlar, kitlenin çıkarları her şeyin önünde, hiçbir isteğine ses çıkarmak yok. İşin hazin tarafı kitle çıkarları da yeme, içme, barınma gibi doğal çıkarlar değil yönetici iktidarın belirlediği kitle için sanal ve sadece iktidar kanadında somut karşılıkları olan çıkarlar; gözetlemeyi ve kontrolü kolaylaştıran araçlar. Kabullenme seviyesi o kadar yüksek ki mahrem alanı bile buna feda edecek konumda herkes. Ses çıkarırsan hainsin! Ocusun, bucusun! “Her hâkimiyet biçimi de yasaları kendi çıkarlarına uyacak biçimde çıkarır. Demokraside demokratik yasalar, tiranlıkta tiranca yasalar çıkarılır, vesaire. Bu yasaları koyarken yönetici konumunda olanlar, kendi çıkarlarına olan bu yasaların halkın da çıkarına olduğunu öne sürerler. Bu yasaları ihlal edenleri de yasaya ve adalete karşı geliyor, diye suçlu bulurlar”(8). Burada Şerif Mardin’in demokrasinin olmazsa olmazlarından saydığı “privacy”yi nereye konumlandıracağımızı kestiremez durumdayız çünkü privacy, "herkesin girip çıkamayacağı yer" idi. İki seçeneğimiz var ya privacy tanımı Roma vs Modern Çağ’da olduğu gibi artık güncel değil ya da artık “privacy” yok.
42 Maslak’ta "Bilinmeyen Kod" sergisinde Mehmet Ali Boran'ın "Alan Savunması"(2011, Fotoğraf Yerleştirme, 80x120)
Mehmet Ali Boran'ın "Alan Savunması” çalışması bana "mahremiyet alanı"nın ne şekilde savunulması gerektiğini düşündürmüştü. Oldukça geniş bir arazi, arazinin bir yerinde kum torbalarından kurduğu barikatın arkasında güneş gözlüğü, havlusu ve şortu ile güneşlenen bir adam. Güneşlerken etrafı kolaçan etme ihtiyacı da duyuyor. Şimdi bunu yazının şimdiye kadarki kısmına uyarlayalım. O kadar geniş bir arazide güneşlenmek gibi gayet zevkli ve kişisel bir amaçla, hatta savunmasız halde bulunmasına rağmen etraftan gelebilecek saldırıları da düşünmeden edemiyor. Bunun için bulunduğu arazi göz önüne alındığında işe yaramayacak da olsa, siper inşa etme ihtiyacı duyuyor ve etrafı sık sık gözetliyor, rahatını alabileceği şekilde uzanamıyor bile. Zaten tanımından ve varlığının doğal sebebi olarak, kimsenin girmemesi gereken bir alan olan mahrem alanı korumak için önlemler alıyor. Bu durum tam olarak da günümüzde maruz kaldığımız yaşama şekli. İletişim imkânlarının gelişmesi ile bizi yatağımıza kadar kovalayan iş planları, gündem hashtag’leri, facebook postları, gazete manşetleri, devlet kuralları. Kendini özgür hisseden insan, aslında o özgürlük alanında bu bombardımanın yarattığı çerçevede özgür olabiliyor. Kafasını çerçevenin dışarısına çıkarabileceği fırsatı nadiren buluyor. Sabah uyanıp işine-okuluna gidiyor, iş kuralları; akşam evine geliyor varsa aileye dair görevler, yoksa sosyal medya-TV bombardımanı, beğen ve paylaş, retweet’le, post ile deşarj ol… bilmediğin kod dizinlerinin yarattığı imkanlar dahilinde yaşa, kendini ifade et, özgürleş. Bir yandan o kod dizinleri hayatını yedeklesin, analiz etsin ve buna uygun çıkarımlarla seni yönlendirsin; senin müdahil olamadığın ama seni temsil eden bir profil. Sanat(çın)ın Alanı ve Sınırları Delmek Konu kişisel alan olunca, söz illa sanatçıya gelecekti, sanatçının üretimini nereye koymak gerekiyor? Kaldı ki konu sadece sanatçının değil sanatın da sınırlarını gündeme getiriyor. “Neden söz açacaktır sanat? Toplumun istediği ile yetinirse, dar bir eğlence aracı olur çoğunlukla. Bunu yapmasa; sanatçı, kendi düşlerinin içine çekilme kararını alsa, bir reddin deyimlenmesinden başka bir şey olmayacak. Böylelikle eğlendiriciler, ya da gramer kuralcıları edebiyatına düşeceğiz. Her iki halde de, yaşayan gerçekten kesilmiş bir sanat olacaktır bu”(9) Sanatçının konuyla ilgili ikilemleri değişmedi; “Sen sanatınla ilgilen, buralar senin alanın değil” ve “halk burada, sanatçılar nerede” türevli iki kanat arasında gidip geliyor. Son birkaç yılda yaşanan kitlesel olaylarda(Gezi, terör, patlatılan bombalar, Doğu, Suriye, Filistin…) bahsettiğim iki kanat çerçevesinde sanatçılar da nasibini aldı. Bu nasiplenme sosyal medya linçi olarak daha rahat hissedilmeye başlandı. Geziciler neden tankın önünde değil, Batı’dakiler neden Doğu’daki ablukayı delmiyor, Filistin’de çocuklar ölürken sustun, Kobane’ye ise duyar kasıyorsun… Evet, insanlar en ölümcül hengâmenin içinde bile sanatçıyı övmek/yermek için zaman yaratabiliyorlar. Sanatçı, üretimini kendi alanında yapma hakkına sahiptir, zaten bu alan bu sebepten talep ediliyor. Özgür olmayan, privacy’ye sahip olmayan bir sanatçı tanımını kabul etmek çok zor olmalı. Burada “Özgür sanatçı, özgür insan gibi rahatını düşünen insan değildir. Özgür sanatçı, güçlükle kendi düzenini yaratandır”(10) diye yazan Camus’u ve ilişkili olarak tekrardan “varolmak, farklılaşmaktır”ı anmak gerek. Elbet yaşadığı çağın etkilerini hissedecek, olanları doğrudan ya da kendi sınırlarından süzerek eserlerine yansıtacak, bu tamamen kendi tercihidir. Süreci kendi üretim tercihleri, kendi düzeni kapsamında ele alır, işler. Ancak toplumun beklediği şekilde, yaşanan her olayda hazır bulunup durum üzerine bir çift söz söylemek, analiz yapmak, olayı alıp hemencik eserine yansıtmak gibi davranışlar sanatçıdan beklentiler kapsamında olmamalıdır. Sanatçıya atfedilen görev, herkesin yaşadığı mutlulukların, çektiği acıların yazıcılığı olmamalıdır. Belki gazeteci, belki arşivcilerin, tarihçilerin işi olabilir, sanatçının değil. Radikal Gazetesi basılı çıkarken Yılmaz Erdoğan’a öyle bir misyon verilmişti. Yaşanan olayı takip eden günlerde ilk sayfadan alt alta konulmuş Yılmaz Erdoğan cümleleri yayınlanırdı. Evet, gazetede ve ilk sayfadan, o cümlelerin yeri orasıdır çünkü. Sanat olup olmadıkları, bir sanatçı tarafından kaleme alınıp alınmadıkları tartışmaya açıktır. Baskın görüşüm daha çok poz oldukları yönünde. Mehmet Ali Boran’ın yine “Bilinmeyen Kod/Code Unknown” sergisinde yer alan “Sınırın İçinde /In The Midst Of The Border”(5’, 2014) adlı video çalışması sanatçıların sık sık yaşadığı bu ikilemini irdeliyor. Boran’ın diğer çalışmalarında olduğu gibi bu çalışmasında da soyut kavramlar bir nevi somutlaştırılmış halde de yer alıyor. Videoda, sınırın diğer tarafına yasal olmayan yollarla geçmeye çalışan bir sanatçı ve bu amacını gerçekleştirmesine yardımcı olacak olan kaçakçı vardır. Olaya odaklanma aslında karakter seçimiyle başlıyor. Kaçakçı sınırı rutin olarak delendir, bunu para kazanma amaçlı yapar. Sanatçı sınırı delmek isteyendir, parasal hiçbir beklentisi yoktur. Yani aşılacak olan sınır aynı ancak aşmanın sonuçları farklı olacak. Sanatçının diğer yakaya geçmek istemesinin sebebi orada yaşanan çatışmaları sanatıyla durdurabileceğine inanmasıdır. Kaçakçının sınırı geçer geçmez parasını aldığı(amacını gerçekleştirdiği) düşünülürse, sanatçı daha soyut, uzun vadeli ve sonucu belirsiz bir amaç peşindedir. Doğası gereği sürekli olarak bir sınır aşma peşinde haliyle. Video, sınırı geçme aşamasında geçiyor, ara ara kaçakçı ile sanatçı durup devriyelerden, nöbetçilerden, köylülerden saklanmak zorundadır. O durmalarda sohbetler ediliyor. Kaçakçı, sanatçının neden diğer yakaya geçmek istediğini bu sohbetlerde öğreniyor. Akabinde sanatın fiziksel bir gücü olmadığından, hatta internet, gazeteler, barış güçleri bile bir şey yapamazken sanatın herhangi bir çözüm sunamayacağından bahseder, vazgeçirmeye çalışır. Bunun sanatçı da farkındadır, bunun için uzun vadeli bir plan yapmıştır, önce insanların yönünü sanata çevirecektir, yüreklerine sevgi, güzellik bulaşan insanlar sanatın gücünü görecek ve çatışmalar duracaktır. Kaçakçı görece daha gerçekçi ve ironik bakışıyla, “geldiğin yerdeki insanların yönünü sanata çevirdin de sınırın diğer yanındakilerin yönünü çevirmek kaldı”. Sanatçı vazgeçmez, kaçakçı üstelemez, işine bakar. Bahsettiğim soyut kavramların bir nevi somutlaşmasına bakalım; Sanatçı burada “sen sanatçısın işine bak” ile “dünyada yaşanan bir soruna sanatçıların da parmak basması, müdahale etmesi gerekir” görüşleri arasındaki sınırı aşmaya çalışırken bir yandan da yaşadığı yer ile çatışmanın(sorunun) olduğu yer arasındaki sınırı, tel örgüyü aşmaya çalışmaktadır. Bunu yapmak için kaçakçıyla ortak hareket etmek zorundadır. Her ne kadar tamamen kendi amacı için çalışmak istese de bunu çevresindeki ve hatta kendiyle tamamen zıt olan bireyler/görüşlerle ortaklaşmak zorunda kalmak, çok yabancı olduğumuz bir durum değil. Serginin küratörü Ebru Yetişkin, katalog yazısında “Günümüz koşullarında bilgi-iktidarın nasıl yeniden üretildiğini, hatta kalmaya çalışanların ve hatta kalamayanların eylem yolları izlenerek keşfedilmeye çalışılıyor. Sanata, sanatçıya ve sanat eleştirmenine atfedilmiş güncel işlevler güncel kodlarla yeniden sorgulanıyor”(11) diyor. Mehmet Ali Boran da güncel kodlarla sanatçının sınır kaygısını yeniden sorguluyor. Bunu hem çalışmanın içeriği olarak hem kullandığı teknik ile kendi düzenini kurarak gerçekliyor. Camus’un özgür sanatçısı olma yolunda atılmış ciddi bir adım olarak düşünülebilir. Sanatçı, kendi sınırları dâhil sınırları aştıkça, farklılaştıkça var oluyor.
SINIR, 2014 Mehmet Ali Boran Video 5’
Henüz alanlarını teslim etmeyen azınlık öyle bir noktaya geldi/geliyor ki alanlarını koruyabilmesi için siperlerin arkasına geçmesi gerekecek. Siper arkasında klasik barutlu, namlulu yani ateşli silahlarla olmaz bu iş gibi geliyor. Çünkü alanlarını teslim edenler silah altında teslim etmiyor ki silahla geri alsın. Olay düşüncelerin ve farklılıkların teslim edilmesinde gibi görünüyor. Bunun için aynı anda hem siperimiz hem atak gücümüz olabilecek yöntemler aramak, geliştirmek bir zorunluluk olacak. Alanı korumak için bir yerlerin, birilerinin yanında, manipülasyona açık etiketlerle var olmaktan çok; Romalı bireyin izinde, Tarde’ın ifadesi kapsamında, alanın içinde üretimimizle, kendimiz olarak; var ettiğimiz ve bizi var eden farklılıklarımızla pozisyon almamız gerekecek.
Kaynakça:
1- Ebru Yetişkin, “Bilinmeyen Kod/Code Unknown” Sergi Kataloğu: http://ebruyetiskin.com/lib/code_unknown.pdf adresinden alındı
2- Şerif Mardin Yazı İşleri Özel'de[16 Eylül 2010 Perşembe] - http://www.ntv.com.tr/turkiye/serif-mardin-yazi-isleri-ozelde,EqbSbsjHnkC6_D6UquSWxQ
3- Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 4. Baskı – 2013, Syf: 16
4- Benek Çinçik, 2013, “Kentsel Mekan-Birey Etkileşimi: Kentsel Mekana “Affekt” Üzerinden Bakmak”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul
5- Proxemic Theory[Wikipedia – 10 Ağustos 2016], https://en.wikipedia.org/wiki/Proxemics
6- Gabriel de Tarde, Monadoloji ve Sosyoloji, Öteki Yayınevi, 2. Basım – Şubat 2007, Syf: 64
7- Alper ÖZ, “Kitle: İletişememe Araçları”, Natama, Sayı 10 – Nisan 2015, Syf: 64
8- Platon, Devlet, Bordo Siyah Yayınları – Dünya Klasikleri, Syf: 42
9- Albert Camus, Sanatçı ve Çağı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı – 1965, Syf: 29
10- Albert Camus, age, Syf: 49
11- Ebru Yetişkin, age, Syf: 8 - Teorik Bakış dergisinin Mayıs 2014 tarihli “Kapatılma” sayısı konuya dair kapsamlı bir çalışma olmuş. Kapatılmaya dair bir okuma önerisi olarak kabul edilebilir.
Kuratör: Belma Ersu
23/11-13/12 2016
6-21 mayıs 2016
Yer: santralistanbul Kampüsü, Enerji Müzesi-Kontrol Odası
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Sanat ve Kültür Yönetimi Programı tarafından düzenlenmiştir.
Altı sanatçı kolektifinin katıldığı ve Derya Yücel koordinatörlüğündeki ART 311-312* dersleri kapsamında gerçekleşecek olan “Buradan Nereye?” İstanbul, Ankara ve Mardin’den katılan sanatçı inisiyatiflerinin üretimleri dışında, performanslar, atölye çalışmaları ve söyleşileri de içeren bir etkinliktir.
Ha Za Vu Zu’nun 6 Mayıs’ta gerçekleştirecegi performansıyla başlayacak olan proje, kolektif ifadelerin paylaşılması, sanat, hayat, gündelik ve güncel konular üzerine anlam arayışı, hafıza kaydı gibi konular etrafında Halı Atölyesi (Gülçin Aksoy),Ha Za Vu Zu, Pelesiyer, Videoist, Yaygara ve Yoğunluk’un katılımıyla gerçekleşecek.
Videoist Santralistanbul Seçkisi : "Zaman Dışı Dokumalar"
Videoist'in Mardin sürecinden oluşturduğu bir seçki olan "Zaman Dışı Dokumalar" Mardinde ziyaret edilebilir bir sanat belleği olarak yönünü belirleyen videoist , Çağdaş Sanat ortamının büyük metropollerde odaklanan piyasa odaklı merkezi zaman ve mekan anlayışının dışında bilgi odaklı bir zaman ve mekan algısı kurgulamaya çalışmaktadır. Enerji müzesi olarak tanımlanan santralistanbulda "Buradan Nereye?" başlığı altında yer alacak "Zaman Dışı Dokumalar" seçkisi bir izleğin ve sürecin yol haritasını ve örüntüsünü Videoist Mardinde yer almış video sanatı örnekleri ile vermeye çalışmaktadır.
Seçkide Yer Alan Sanatçılar ve Yapıtları:
Melih Apa- Heykelin Varlığı, Emre Aşılıoğlu- İsimsiz, Fikret Atay- Paris Köyü, Mehmet Ali Boran- Sınırın Önünde, Canan Budak- Medet, Remzi Sever- Kestirme, Mehmet Çimen- Alt Üst, Barış Seyitvan- Geri Dönüş, Uğur Orhan- Kusurlu Geçiş, Şefik Özcan- Persona,
Seçkinin gösterileceği sergide Hülya Özdemir-Ferhat Kamil Satıcı'nın - Zaman Dışı Dokumalar isimli ortak işleri de görülebilecek.
16 ocak - 13 şubat 2016
Son günlerde İstanbul Tarlabaşı’nda sanatsal bir hareketlilik göze çarpıyor. Açık Stüdyo kolektifi, Cumartesi günü yirmiyi aşkın sanatçı, sanat eleştirmeni ve düşünürün katılımıyla ikinci sergisini gerçekleştiriyor.
Hayat Normale Dönüyor adındaki açık stüdyo kolektifinin bu sergisinde fotoğraf, video, resim performans ve enstalasyonlara yer veriliyor. Geçtiğimiz Mayıs ayında uzun tartışma ve konuşmaların derlenmesi sonucu; Seni Üzmeme İzin Verme ,sergisiyle izleyicilerin karşısına çıkan Açık Stüdyo kolektifi ,bu sergilerle İstanbul’un çok steril, aşırı kurumsallaşmış galeri ve sanat kurumlarına alternatif bir anlayış getirmekle birlikte katılımcı sayısını genişleterek yoluna devam ediyor. Bu kolektifin herkesin katılımına açık olan Cumartesi Toplantıları İstanbul’daki sanat ortamına yeni bir soluk aldırıyor.
Sanatçı; Sanat Atak tarafından 2014 yılının en iyi on sergisi arasında gösterilen, Mehmet Çeper ile birlikte Ebru Yetişkin küratörlüğünde gerçekleştirdikleri Bilinmeyen Kod sergisiyle adından çokça söz ettirmişti, 2015 yılında ise Full Art Living dergisi tarafından aralarında Sarkis, Hera Büyüktaçyan gibi isimlerin de yer aldığı 2015 yılının en çok öne çıkan sanatçıları arasında gösterildi. Kızıltepe’de (Mardin) yaşamaya devam eden sanatçı merkezden çok uzakta, İstanbul’un sanat ortamında sessiz bir biçimde ilerleyişini sürdürmeye devam ediyor.
Mehmet Ali Boran farklı farklı renklere boyayarak, bir zamanlar inşaat sektörünün vazgeçilmez malzemelerinden biri olan “biriketler”i kullanıyor. Bu malzemenin günümüz yapı endüstrisinin ağır olmayan, ses, ısı ve rutubet yalıtımına sahip malzemeleri karşısında dışlanmış oluşundan hareket eden sanatçı, bu malzemenin tüm kullanışsız, dayanıksız ve zayıf yönlerini makyajlayarak kapatmaya ve örtmeye çalışıyor. Ve bu ürünleri rengârenk, tertemiz, şık halleriyle mimarinin karşısına çıkarıyor. Sanatçı ayrıca enstalasyon çalışmalarında biriketlerin delikleri içerisine belleğin bir taşıyıcısı olarak video bandını (mini dv) ve kişiliklerin bir yansıması olarak da küçük aynalar saklıyor. Ayrıca sergi ve kolektifte Alp Esin, Sevil Tunaboylu, Mahmut Koyuncu, Özlem Şimşek, Mehmet Çeper gibi isimler de bulunuyor.
Sergi 13 Şubat tarihine kadar Kamer Hatun Mah Çatıkkaş Sok: 21A- BEYOĞLU Açık Stüdyo’da görülebilir.
15 Ekim - 15 Kasım 2015
"Çökelmiş kayalar, türler ve toplumsal sınıflar (ve başka kurumsallaşmış hiyerarşiler), hepside tarihsel inşalardır, farklı özellikleri taşıyan hammadde (taşlar, genler, roller) topluluklarını başlangıç noktaları olarak alan, sonra bir ayıklama operasyonuyla onları aynılaştıran, ardından ortaya çıkan tektip gruplaşmaları daha
kalıcı bir halde pekiştiren, yapı üretimine dönük belli süreçlerin ürünleridir." (Manuel De Landa, Çizgisel Olmayan Tarih)
Mehmet Ali BORAN'ın Videoist Mardin'de yer alacak kişisel sergisi "Hadi Bir Daha Deneyelim" 15 Ekim 2015'de yapılacak açılışla 15 Kasıma kadar açık kalacak. Mehmet Ali Boran'ın Videoist Mardin sergisi için hazırladığı çalışmaları izleyici ile ilk kez karşılaşacak.
Meksikalı yazar, sanatçı, filozof ve bilim yazarı Manuel De Landa, fiziksel, biyolojik, ve sosyal kültürel dünyaların tarihini madde-enerji akışlarının maruz kaldığı katılaşma, hızlanma ve yavaşlama süreçlerinin
tarihi üzerinden okuyor, Mehmet Ali Boran ise evrensel değerler ile yerel deneyimlerin diyalogları haline getirdiği yapıtları ile bireyin ve toplumsal değerlerin sürgün olma durumuna, yeteneğin ve birikimin göçebelik hallerine, toplumsal inşaların, yıkım ve yeniden yapım süreçlerini heykel, yerleştirme ve video sanatının dili ile yorumluyor. Bu anlamda Mehmet Ali Boran'ın " Hadi Bir Daha Deneyelim" sergisi bir
ayıklama operasyonu ile aynılaştırılan toplumsal dinamiklere odaklanarak, De Landa'nın bilimsel izleğini aklımıza getiriyor.
Açık Stüdyo Kollektifi
23.05 - 12.06 2015
''İstanbul'da Hıyar, Mardin'de Cacık Mı Olduk?''
Yaşamını ve üretimlerini Mardin’in Kızıltepe ilçesinde sürdüren fotoğraf, video ve enstalasyon sanatçısı Mehmet Ali Boran 3. Mardin Bienali’nin açılışında ''Mendilimde Birkaç Oya'' isimli, bienalden bağımsız ve korsan bir performans gerçekleştirdi. Mardin’li sanatçılardan Fatih Tan sanatçı Boran ile Mardin Bienali’nde gerçekleştirdiği işinin üretim sürecini ve bienali konuştular.
Fatih Tan: Senin naif performansından başlamak istiyorum, Bienal açılışı sırasında sırt çantandan çıkardığın sarı zarflar içinde mendiller dağıtıyordun. Bienal dahilinde yapılan bir performans olarak algılandı; hatta bienal açılışında halay başının elinde sallanan bir mendilini gördüm. Herhalde hedeflediğin ironi fazlasıyla gerçekleşmişti. Sonrasında anlaşıldı ki sen bağımsız eleştirel bir performans yapıyordun. Mendillerin üzerinde iğneyle nakşettiğin ''O Mardin Biennial Welcome'' (‘Hoş geldin ey Mardin Bienali’) yazısı vardı. Malzeme olarak mendil seçme nedenin neydi? Ve son olarak mendilin üzerindeki yazıyı bize biraz açabilir misin? O yazıyla bizlere ne anlatmak istedin?
Mehmet Ali Boran: ''Mendilimde Birkaç Oya'' adındaki 3.Mardin Bienalinin açılışında gerçekleştirdiğim performans 1. ve 2. Mardin Bienali’yle gerçekleştirilmeye çalışılan ancak bir türlü tamamlanamayan ve 3. Mardin Bienaliyle devam ettirilmek istenen Mardin'e dair bir yığın yalan dolanla bezenen, özellikle bienal ve benzeri etkinliklerin ortaya koymaya çalıştıkları kavramlar etrafında dönen ve oluşturulmaya çalıştıkları algıya karşı bir duruştu.
2010 ve 2012 yıllarında gerçekleşen Mardin bienallerinin açılış törenlerinde bütün geceye ve bienale damgasını vuran davullu zurnalı, sazlı sözlü özellikle şivesi bol olan çocuklarla devam eden bienalde bir eksiklik gözlerden kaçıyordu. Halayın başını çekenlerin ellerinde sallayacak mendilleri yoktu. Ben de bir sanatçı olarak bienal tarafından halay ve benzeri faaliyetlerle oluşturulmaya çalışılan bu algının eksik kalan bu kısmını tamamlamak adına 3. Bienal için kültürel öğelerle bezenmiş bir mendil yapmak için yola koyuldum.
25x25 ebatlarda kırmızı pamuklu bir mendil üzerine klasik bir Mardin silueti düşündüm; bir dağ, dağın sol tarafında cami minaresi, sağında ise kilisenin çan kulesi, bunların üzerinde uçuşan güvercinler, siluetin altında da ''O Mardin Biennial Welcome'' yazısını yerleştirdikten sonra Kızıltepe'de (Mardin) bir terzinin yolunu tuttum. Birkaç hafta sonrada kırmızı pamuklu bezin üzerine nakşedilmiş tasarımım mendile dönüşmüş halde bana teslim edildi. Sarı zarfların içerisine teker teker katlanarak yerleştirilen mendiller 3. Mardin Bienali’nin açılış töreninde konuklara dağıtıldı. Kimileri zarftan mendilleri çıkarıp katladı ve ceketinin mendil cebine yerleştirdi. Bazıları mendilin üzerindeki yazıyı okuyup ''Hoşgeldin Ey(kutsal) Mardin Bienali'' yazısını okuyup burun kıvırdı. Kimisi bunun bienal ekibinin bir armağanı zannedip dostlarına hediye etmek için çantasına yerleştirdi. Birilari de mendili alıp halayın başında sallandırdı ve göbek attı. Şu anda Mardin'de otantik malzemeler satan bir dükkânda satışını gerçekleştiriyoruz.
Fatih Tan: Mardin Bienali konseptine değinmek istiyorum. ''Mitolojiler''i kavram olarak güncel sanatta nasıl konumlandırıyorsun? Bir ikincisi ölçeği biraz düşürürsek Mardin özelinde ne gibi mitolojik figür ve hikâyeler var? Çünkü 1. ve 2. Mardin Bienallerinin konsepti de aynı minvalde yazıldı, dolayısıyla Mardin'in gerçeği mütemadiyen bir ''mit'' olgusuna bağlanıyor. Bunları bize açabilir misin?
Mehmet Ali Boran: Evet, bağlamından koparılmaya çalışılan bir şehir anlatısı var. Ağızdan ağıza dolaşan anneannemizden annemize, annemizden bize, bizden de çocuklarımıza ve torunlarımıza aktarılan sadece Mardin'e özgü tek gözlü uçan kahraman hikâyelerini duymadım, bilmiyorum. Ancak Mardin'de bir şahmeran hikâyesini herkes kadar ben de iyi bilirim. Hatta bununla ilgili 2013 yılında bir fotoğraf çalışması gerçekleştirdim. Mardin'de güneşli bir günde berber getirip şahmeranı evin damına çıkartıp tıraş ettim, onu gün yüzüne çıkardım. (''Şahmeran'' dijital baskı 2013)
Annemin annesinden dinlemiş olduğu ve annesinin birebir maruz kaldığı cumhuriyet döneminde başlayan Ermeni katliamının ne denli korkunç olduğunu anlatan hikâyeleri çokça dinledim. Benim jenerasyonum dâhil burada yaşayan herkesin Ermeni soykırımına dair birçok dinlemişliği vardır. Fatih Akın bunu ''The Cut'' (Kesik) adlı filminde belgeledi.
İlginçtir, bienalin ana mekanlarından ''Mor Efrem Manastırı'' bir Ermeni manastırıdır. Ayrıca bienalin bir diğer ana mekânı olan ''Alman Karargahı'' Atanyam adında varlıklı bir Ermeni ailenin konağıydı. Ama maalesef 3. Mardin Bienalinin de konsepti katliamın 100. yılında mitolojilere bağlandı. Keza 1990'larda yaşanan siyasi çatışmaların 2000'li yılların başında dönüştüğü travmalar ve bugün hala süren politik gerilimler Mardin'de yaşamın ta kendisidir. Tüm bu anlattıklarım Mardin'de gündelik yaşamın bir parçası iken, bienal ekibinin kavramsal çerçevesi mitolojiler olarak belirlendi. Ve ortaya bu şekilde konuldu, ulusal ve uluslar arası medyaya bu şekilde duyuruldu. Mardin'in üzerinden üç koca bienal geçti! 1. ve 2.'si ile ortaya konan konsept yani bu şehir için sorun teşkil ettiği düşünülen veyahut sanatsal bir konu olarak irdelenmesi gereken konulara bu bienallerle çözüm bulunamadı, ya da izleyicilere ‘idrak ettirilemedi’!
Aynı konu 3. Mardin Bienali’nde Ali Artun tarafından bir kez daha kaleme alındı. 1.Mardin Bienali’nde ''Abbara kadabra'' olarak ortaya konuldu. Mardin'in sihirli abbaralarının olduğu ve bu abbaralarının içinde, yanında, ötesinde, berisinde sihirli taşlarla örülü kültürel kardeşlik ve beraberlik hikâyesinin saklı olduğu ve bunların ancak büyücüler aracılığıyla yapacağımız sihirlerle görebileceğimizi bizlere sunmaya çalıştı.
2. Mardin Bienali de 2012 yılında ''Duble Bakış'' başlığıyla hazırlandı. Bu konseptte kavramsal çerçeve şöyle belirlendi ve şunları bizlere irdeletmeye çalıştı: “Mardin'de yapacağınız seyahatlerin sayısını ikiye çıkarın, çünkü Mardin'in büyülü kardeşlik ve kültürel beraberlik ve mimari yapısına bir kere bakarak anlayamazsınız; ikinci bir defa daha bakın, belki büyülü, sihirli, kültürel kardeşlik ve mitos yönlerini görebilirsiniz.” 2. Mardin Bienali sonrası verdiğim röportajda ilk iki Mardin Bienallerindeki konseptlerin aynı olduğuna değinmiştim. Umarım bir daha yazmak veya yeni bir performans yapmak durumunda kalmam.
3. Mardin Bienali ise senin de söylediğin gibi ilk ikisinin devamı niteliğinde. Yani şöyle olmuş oluyor; 1.'sinde bir kavramsal çerçeve belirlendi. Sanatçılar bienal konseptine uygun işler üretti. Küratöryel yerleştirme gerçekleşti. Sanat izleyicileri, sanat tacirleri, basın, galericiler bienali gördü ama maalesef kavramsal çerçeve bienal tarafından bize idrak ettirilmemiş veya biz onu algılayamamış olduğumuzdan ötürü 2. Mardin Bienali de aynı kavramsal çerçevede ve bu kez farklı bir isim altında bizlere sunuldu. 2. bienalde de bu kıymetli konu idrak ettirilmemiş olduğundan olsa gerek 3. Bienalde de yine ''Mitolojiler'' adı altında bizlere sunulmaya başlandı.
13. İstanbul Bienali devam ederken bir internet sayfasında ''Anne, ben hıyar mıyım?'' adında eleştirel bir yazı yayınlayan Ali Artun başta kavramsal çerçeve olmak üzere 13. İstanbul Bienali’ne haklı eleştiriler sıralıyordu. Gezi sonrası İstanbul'da ''Kamusal Alan'' konseptiyle izleyicilerinin karşısına çıkması büyük bir gaftı. Ayrıca, küratöryel yerleştirmelerden dem vurup İstanbul Bienali’nin, kendisine göre (ki bana göre de öyleydi) arızalarını saptayıp, biz okuyucularına güzel bir metinle sunup, izleyicileri de ima ederek “Anne, ben hıyar mıyım?” sorusunu sordurtuyordu. Peki, İstanbul Bienali’nin kendi sanatsal hassasiyetlerini sınayarak İstanbul Bienali’ndeki arızalara görünürlük kazandıran Ali Artun Mardin'de neden arızanın kendisi oluyor? Ali Artun'un kendisi de bunun bir bienalden çok kültürel bir etkinlik olduğunun başından farkında mıydı? Avangart dönemlerde bile bu tür reel yaşamla ilintisi kestirilemeyen mitolojiler gibi bir kavramın sanata konu olma gereksinimi duyulmuyorken, sanat ve hayat temasını vurgu metni yapan çağdaş sanatın böylesine hayal ürünü bir konsept üzerinden bienallerin bağlayıcılığı var mıdır? Yoksa söz konusu Mardin olunca hazır kalıpta bir tanım olan kültürel kardeşlik ve ''taş'' hikâyesinin baskınlığı mıdır? Peki, o zaman Ali Artun'a soruyorum, ''İstanbul'da hıyar, Mardin'de cacık mı olduk?''.
Fatih Tan: Güncel Sanat Gazetesi’nin, Mayıs sayısında Vasıf Kortun'la yapılmış bir röportaj vardı, röportajda ilgimi çeken ki röportajın spotuna da koymuşlardı ''Yakında berberler ve kuaförler de küratör olacaklardır'' cümlesi çok ağır ve anlamlı bir eleştiri gibi geldi. Vasıf'ın altını çizdiği noktadan hareketle, Mardin Bienali sizce kendini iyi anlatıyor mu? Daha açık sorarsak, hangi noktalarda ve ne gibi eksiklikler görüyorsun?
Mehmet Ali Boran: Mardin Bienali bir küratöryel çalışma yerine küratörsüz bir kolektif yapı içinde çalışmayı deniyor. Bu durumun yani küratöryel çalışmanın bir sergi ve bienal için gerekliliğini tartışması, yeni alternatifler üzerinden bienale bir izahat getirmesi gibi durumları sergi süresince takip etmeye çalışacağız. Bu kolektif yapı içinde daha önce küratöryel çalışmalarını takip ettiğim küratörler ve sanatçılar var. Daha önce yaptıkları küratöryel birçok çalışmanın da bizzat içinde yer aldım. Küratörsüz bienal diyoruz: Bu yerleştirmeyi yapmak için sanatçılar belirlendi, gösterilecek işlerine karar verildi, uygun mekanlar vs. Bunların tamamı birer küratöryel pratik olarak karşımıza çıkıyor. Ve her biri için ayrı ayrı çalışma gerektirir. Dediğim gibi üçüncü bienal için küratöryel çalışmaların sonuçlarını bekleyip görmemiz gerekecek. Bu kolektif (küratöryel yapı) biz izleyicilere bienali izletmeye devam ettirebilecek mi? En basitinden Bienal süresince sayıca çok fazla mekâna yayılmış sergilerin videolarını akşam kapatıp sabah tekrar çalıştırabilecekler mi? Bir önceki bienalde bu problemlerle çok sık karşılaşmıştık.
1. ve 2. Mardin Bienalleri sanatsal bir durumdan ziyade kültürel öğelerin servis edildiği, pazarlandığı, Mardin tanıtım günleri gibi ortaya kondu. 3. Mardin Bienali de kavramsal çerçevesini 'mit' olarak belirlediği anda bu Bienalin de nasıl görkemli etnik bir kültürel etkinliğe dönüşebileceğinin emarelerini veriyordu. Tam da bu noktada ''mendilimde birkaç oya'' adındaki performansıma davetiye çıkarılmış oluyordu.
Fatih Tan: 1. 2. ve 3. Mardin Bienallerinin bu konularda ısrarcı olması, kendini bunun üzerinden dayatması ve sunmasının sebebi bölgeye dair dezenformasyonlar yaratmak mıdır?
Mehmet Ali Boran: Mardin Bienali aracılığı ile konseptle ilişkilendirilmeden yapılan çok iyi ve güzel işler de izledim, gördüm. Tanımadığım uluslararası birçok sanatçının işlerini de bienal aracılığıyla tanıdım. Küratörlerle de tanıştım. Galericiler de gördüm. Bu bir sanat döngüsü ya da algısının oluşması için yeterli bir sebep iken, yüzeyde, çok yüzeyde sanatsal üretim ve sanatın herhangi bir durumu yerine kültürel bir algı operasyonu gibi ısrarla vurgu noktaları bu tür yersiz anlatılara çekilmeye çalışılıyor. Yani sanatsal anlatının kendisi Mardin dağının güneş görmeyen arka yüzünde, kültürel hikayeler ise Mardin dağının güneş gören ön yüzünde (bakı etkisi) bienal adı altında daha suni yollarla yeşertiliyor. Mardin Bienali üzerine basında yer alan haber başlıklarından da bu durumu her şekilde görebilirsiniz. Mesela yine sanatsal bir iddia ile Mardin'de kurulan Sabancı Müzesi’nde üç yıldır bir serginin (Marius Bauer resim sergisi) devam ediyor olması hangi sanatsal durum ve durumlara işarettir? Sabancı Müzesi İstanbul'daki müzesinde üç ayda bir sergi yeniliyorken Mardin'de neden bir sergi üç yıl boyunca devem ettiriliyor? İlk geldiklerinde çok gülümsüyorlardı ve çok heyecanlıydılar. Şimdilerde aman denilip es mi geçiliyor?
Temennim bir sonraki Mardin Bienalinin dünyanın herhangi bir yerindeki nitelikli bir bienal gibi işlemesi, hem sanatçıların hem de küratöryel çalışmaların bu doğrultuda gerçekleştirilmesidir.
İstanbul pürtelaş... Çağdaş sanat fuarlarında giderek payını ve tartışma platformunu artıran dijital sanatlar, bu yıl birbirine yakın tarihlerde düzenlenen Contemporary Istanbul Çağdaş Sanat Fuarı, Amber Sanat ve Teknoloji Festivali ve Makers Fuarı ile karşımıza çıkıyor. Teknoloji, bilim ve sanatı bir araya getiren bu etkinlikler yalnızca video işlerini değil aynı zamanda ses ve ışık enstalasyonlarını, kuramsal tartışmaları, etkileşimli ve jeneratif sanat işlerini, iç mekân mapping projelerini ve robotik tasarımları kapsıyor; yeni medya sanatlarının ekran sanatları olarak algılanmasına müdahale ediyor.
Ticari galerilerin yanı sıra tasarım ve mimarlık stüdyolarını ve hatta bu alanlarda çalışan yazılım ve teknoloji firmalarını projenin içine çekmeyi arzulayan bu etkinlikler, yeni medya kültürünün müşterekler lehine yayılmasına da aracılık ediyor.
Contemporary Istanbul Fuarı dahilinde ayrıca 42Maslak Art!Space’te 13 Kasım – 11 Aralık tarihleri arasından düzenlenen ve yeni medya kültürlerine eğreti bir bakış sunan “Bilinmeyen Kod” başlıklı bir sergi de bulunuyor. Fotoğraf ve video çalışmalarıyla dijital teknoloji toplumlarını yansıtan Mehmet Çeper ve Mehmet Ali Boran’ın çalışmaları dijital teknolojilerle birlikte yaşarken ortaya çıkan ironiyi ve gündelik paradoksal halleri yakalayabilmesi nedeniyle dikkat çekiyor.
Bugün yeni medya teknolojilerini kodların hayatımızı nasıl dönüştürdüğünü ve bizi nasıl belirlediğini bilmeden kullanmaktayız. Bu tehlikeli bir durum olabilir. Artık oyunun kurallarını tamamen kavrayamıyoruz. Kodları yazmadan ve bilmeden yaşıyoruz.
Her ne kadar teknikle ilgili birçok karar almak zorunda kalsak da, ne dijital teknolojilerdeki kodlarla tam olarak ne oynandığını, ne de onlarla birlikte tam olarak neyin dönüştüğünü kavrayabiliyoruz. Teknolojik dönüşümün ve bu teknolojik dönüşümle ilgili yönetim zihniyetinin yol açtığı sonuçların giderek bizim sorumluluğumuzdan uzaklaştığını hissediyoruz.
Birebir gündelik gerçeklikte teknolojik, siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin uzun vadeli sonuçlarının ne olacağını ayırt edemiyoruz. Bu, bizim için bir bilinmeyen kod. Bugün zamanımızın dilini tam olarak bilmeden yaşıyoruz.
Bilinmeyen Kod, dijital teknolojilerin yüceleştirilmesini içselleştirerek gerçekçi bir yaklaşım öneriyor. Haneke’nin başyapıtlarından biri olan “Bilinmeyen Kod: Bazı Gezilerin Tamamlanmamış Hikayeleri” (2000) adlı filmden ilham alan sergi, gündelik hayatın içindeki mikro-zamanlara ve mikro-mekânlara sızmış çelişkili durumların nasıl deneyimlendiğine odaklanıyor.
Kod yaratmak, toplumsal ve iletişimsel bir eylem. İşbirliği, uzlaşma ve sorun çözme süreçlerini içeriyor. Kodların nasıl çalıştığını bilmediğimiz takdirde işbirliği, uzlaşma ve sorun çözmeye dair çağdaş süreçlerin nasıl işlediğini kavrama ve bu süreçleri yaratma yöntemlerimiz de kısıtlanıyor.
Tam olarak bilmediğimiz ve ancak yaparken deneyimlediğimiz güncel yaşamın akışında, “Bilinmeyen Kod", tamamlanmamış hallere odaklanıyor. Nitekim bu tamamlanmamışlık halleri, bugün ancak birbiriyle ilişkiye geçtiğinde başkalık yaratma potansiyelini harekete geçirebiliyor. Bu yüzden bir diğeriyle nasıl etkileşime geçtiğimizi belirleyen kodlar ile kodların nasıl yazıldığını ve çalıştığını bilmek önemli.
Sergideki sanatçılar, işte bu bilinmeyen kodlar üzerine kurulu güncel yaşam fragmanlarını ancak birinin diğeriyle karşılaşarak başka bir şeyi açığa çıkardığı anlık durumlarla kesiyor. Böylelikle sergide, bilinmeyen ancak tam da sanatsal eylem koşuluyla izi sürülen siyasi, ekonomik ve toplumsal kodlarla birlikte çalışılıyor.
Günümüz koşullarında bilgi-iktidarın nasıl yeniden üretildiğini, hatta kalmaya çalışanların ve hatta kalamayanların eylem yolları izlenerek keşfedilmeye çalışılıyor. Sanata, sanatçıya ve sanat eleştirmenine atfedilmiş güncel işlevler güncel kodlarla yeniden sorgulanıyor.
12-13 Kasım'da, Haliç Kongre Merkezi'nde, Turkcell Teknoloji Zirvesi ile aynı anda yapılacak ilk Istanbul Mini Maker Fuarı ise “kendin yap” kültüründen beslenerek çalışma üretenleri bir araya getiriyor. Bir ilk olması nedeniyle de önemli bir etkinlik olarak not edilmeli. Dijital sanatların belki de en demokratik boyutlarından birini hayata geçiren Maker hareketi, gelişen teknoloji ile beraber, insanın yapma, üretme ve paylaşma içgüdüsünü kolayca tatmin etmesi ile ortaya çıkan ve adı her geçen gün daha da fazla duyulan bir hareket.
Dünyada yeni medya sanatıyla ilgili oluşmuş bir pazar olup olmadığına bakacak olursak, giderek hızla değişen bir trendin olduğunu kavramak zor olmaz. Güzel sanatlar çevresindeki koleksiyonerler, her ne kadar işlerin sergilenme, saklama ve arşivleme sorunlarının yanı sıra özel mülkiyetle ilgili meselelerin nasıl çözüleceğini kestirememekten dolayı, dijital sanat işlerini almakta bugüne kadar çekimser kalsalar da, güncel ekonomik modellerle işin içinden çıkmaya başladılar.
“Sanat hayatı yakalayabildiği oranda vardır oysa “ in the midst of the border” adındaki videoda hayatı anlayabilen, yaşama dair ideası gerçeğe yakın olan sanatçı değil kaçakçıdır. Bu anlamda videoda izleyici için öncü kişilik, örnek şahsiyet olması gereken sanatçı yersiz iddialar yüzünden kaçakçıya rolünü kaptırmıştır”
MEHMET ALİ BORAN EBRU YETİŞKİN’İN”BİLİNMEYEN KOD” SERGİSİ ÜZERİNE SORULARINI YANITLADI
Ebru Yetişkin: Bilinmeyen kod sizin için ne ifade ediyor?
Mehmet Ali Boran: “Bilinmeyen” bilmek fiilinin olumsuzlaştırmış hali; ne olduğuna, nasıl olduğu, nerede ve ne zaman gerçekleştiğine karar verilmeyen ya da daha önce duyulmamış bir durum olarak düşünülebilir yani bilginin öncesi. “Kod” ise bilinmemekle özdeş sayılabilecek gizli kapaklı, üstü örtülü, varlığı bilinen ama halen dokunulmamış, tartışmaya açılmamış ama her an gerekli uygun ortam sağlandığında çözüme uğrayacak bir kavram. İkisi bir arada kullanıldığında ise nereden, nasıl ve ne zaman geldiği kestirilemeyen olumsuzluk ve gizliliği daha sıkı bir şekilde vurgulamaya çalışılan bir tanım cümlesine dönüşmekte. Bir kelime oyunu oluşturulmuş durumda. Oysa bu cümlenin asıl vurgusu olan “kod” kelimesi kavram gereği keşfedilmiş, bir yerlerde bulunmuş ya da varlığından bir zamanlar haberdar olunmuş ama halen dokunulmamış bir kavram yani gidip görüldüğünde, bulunduğunda veya araştırıldığında çorap söküğü gibi yavaş yavaş çözülmeye başlayacak bir durumda maalesef. Maalesef diyorum çünkü görüldüğü kadar güçlü bir kavram değil, fark edilmiş olması bile onu zaman içinde “kod” olmaktan çıkmasını sağlamaya yetecek. “Bilinmeyen” kelimesiyle perçinlenen bu kavram, yukarıda da değindiğim gibi bir yerlerde bulunuyor ve tanınıyor olmasından kaynaklı bil(inmeyen)gi ulaşılmıştır. Bu şekilde adlandırılmıştır.
Katı olanın buharlaşmasından sebeple bu bil(inmeyen)gi’de kendini açacaktır yani “kod” gizlenmiş, aşırı çözümsüz çelikten kafeslerde gizlenen bir durum, vaziyet değil; bilinmeyenin şekillendirdiği bir hal sadece. Tıpkı sergimizde farklı farklı çalışmalarda ortaya koyduğumuz üretimlerimizin içinde yer alan “kod” ların yine “bilinmeyen kod” sergisiyle çözülmeye başlaması gibi. “The gate” adlı 2013 yılında ortaya koyduğum 1.52 saniyeden oluşan videomda görülen kapalı kapıların ardı ardına açılmasıyla devam eden, her gösterilen kapalı kapının izleyiciye kapının ardına ve dışarıya dair bir “kod” olduğunu sinyalini verirken aynı zamanda bu “kod” lar izleyicide kapılar kapalı halde iken çözülmeye başlar. En basitinden izleyicinin kapının olduğu yerde bir geçiş noktasının varlığından haberdar olması ve bu durumda bir içeri ve bir dışarının varlığı bir “kod”un bilinmesi için bir ipucudur, bir çözülme anıdır. Video ardı ardına açılan kapılarla devam eder.
E.Y: Sergideki işleriniz ile bugünün dijital teknolojilerinin hakim olduğu bir dünyaya nasıl bir bakış sunuyorsunuz?
M.A.B: Bilinmeyen “kod” sergisinde yeni medya tekniklerine eğreti bir bakış sunduk. Yeni medya tekniklerinin ön gördüğü daha fazla teknoloji ve daha fazla dijitalleşmek gibi gereklilikler noktasında sanatçı, küratör ve sergi üçlemesinde birbirimizi yakalamaya çalıştığımız durumlar oldu. Bu yakalamaca sergi fikrinin tartışılmaya başlandığı ilk günden, sergi gerçekleşinceye kadar olan süreç boyunca devam etti. Üretmeye başladığım ilk dönemlerden bugüne, üretimlerim üzerinden ile yakalamam gereken dijital teknolojiler beni beyaz tavşan misali peşinden koşturdu. Bu tavşanla geceleri düz ovada her karşılaştığımda gözlerindeki ışıltı ödümü koparıyor ve her defasında peşinden kopamıyorum.
Sıklıkla dijital teknolojiler aracılığıyla üretimlerini ve izahatlarımı gerçekleştiriyorum.
Bu izahatlarımı çok büyük sözler söylemeden, büyük iddialar ortaya koymadan üretimlerimi sunmaya özen gösteriyorum. Sanat üzerinden büyük iddialar, büyük söylemler ortaya koymak yerine bu iddialar ve söylemlerin biraz daha kökte bulunan nedenlerine bir bakış attırmaya çalışıyorum. Büyük iddialar içinde kendini sınıra vuran sanatçı ile sıradan bir kaçakçının diyaloglarını işlediğim videoda bir kaçakçının sanatçıya nazaran hayatı naif bir yönden ele alan algısıyla, büyük vaatleri omzuna yükleyen sanatçıya biraz sıradanlaşması gerektiği ve bu yersiz sanatçı triplerini bir kenara bırakıp gerçek hayata dönme nasihati verdiği “in the midst of the border” adındaki videom da olduğu gibi hayata realist çizgiler doğrultusunda bakışlar sunuyorum.
E.Y: Kodları yazmadan kodların açtığı bir dünyada yaşamak sizce neden eğreti bir durum?
M.A.B: Sergi sanatçı, kodlar, küratör, bilinmezlik… Ortak payda olarak kodlar üzerine gerçekleşen eylemsellikler oldu. Küratör taslak ve sunumunu; sanatçılar da üretimlerimizi “kod”lar etrafında dolaşıp anlatımlarımızı daha fazla nasıl dijitalleştirebiliriz kaygısını bir yandan güttük. Uzunca bir zamandır yeni medya teknikleri üzerine çalışan ve sergiler yapan bir küratörle çalışıyorduk. Dolayısıyla bu sunum onun düşündüğü şekliyle kurgulanacaktı. Kurguyu da sanatçılar olarak müdahil olan bizlerde küratörün ortaya koyacağı sergiyi, yakalamamız gereken bir durumla karşı karşıya kalıyorduk. Küratör bizi, biz küratörü bir anlamda yakalamak için çabaladık. Dijital anlatımın hakim olduğu yeni medya sanatlarına küratör sanatçı ve sergi yakalamaca içinde kimi işlerimi revize ettim, kimilerini de üretirken daha fazla dijitalleştirmek içen çaba sarf ettim. Bu yakalamaca benim için farklı bir deneyime dönüştü. Sergide yer alan 2011 yılında “devre arası” adındaki köşeye sıkışan insanları gösterdiğim fakat işimde “bilinmeyen kod” sergisine özel kimi dijital eklemeler yaptım.
“Devre arası'nda “bilinmeyen kod” sergisinde yerleştirme ve sergi mekanına gelen izleyicilerin fotoğrafı temaşa ettikleri anda, bir kamera aracılığı ile kayıt edip temaşa edeninde enteraktif bir şekilde fotoğrafta sıkıştırılan insanlara dönüşmeleri söz konusu oldu. İşte tam da bu ve bunun gibi dijital müdahaleler eğreti bir bakışı oluşturuyor.
E.Y: Sergideki işlerinizden birinden yola çıkarak izleyici ile neler paylaşmak istersiniz?
M.A.B : “in the midst of the border” adındaki 5. 10 saniyelik videomda ele aldığım bir kaçakçı ile bir sanatçının sınırın bir yakasından bir başka yakasına yasal olmayan yollarla geçmeye çalışmalarının daha doğrusu kaçakçının sanatçıyı geçmesine yardımcı olmaya çalışırken, kaçakçı ile sanatçı arasında başlayan bir muhabbete odaklanır. Sanatçı bulunduğu yerden bir başka yere sanat götürme iddiasındadır. Sanatçı yanına aldığı çantasında onlarca bilinmeyen kod ile birlikte ümitlenmiştir. Sınırın diğer yakasına geçecek ve orada daha önce yaşadığı yerden getirdiği sanattı yayacak ve bu vesile ile insanların daha mutlu, refah ve sevgi dolu yaşamalarını sağlayacağına olan inancı büyüktür. Ancak sınırın içinde ilerledikçe kaçakçı sanatçının yanında sakladığı kodlarını yavaş yavaş çözer. Sanatçı konuştukça kodlar çözülür. Kodlar çözüldükçe de gerçek sanatçının yüzüne vurulur ve sanatçı kaçakçının ifade ettiği bu gerçeklere bir yerde hak verir gibidir. Buda amacının sekteye uğratacak bir sebep olacağı için git gide sinirlenir. İyilikten, güzellikten yana duran sanatçıdan sert bir sanatçıya dönüşür. Sanat hayatı yakalayabildiği oranda vardır oysa “ in the midst of the border” adındaki videoda hayatı anlayabilen, yaşama dair ideası gerçeğe yakın olan sanatçı değil kaçakçıdır. Bu anlamda videoda izleyici için öncü kişilik, örnek şahsiyet olması gereken sanatçı yersiz iddialar yüzünden kaçakçıya rolünü kaptırmıştır.
E.Y: Sergiyi gerçekleştirme süreci ile ilgili paylaşmak istediğiniz bir şeyler var mı?
M.A.B: Bebek’te bir kahvehane’de sergi fikrini masaya yatırdık. 2011 senesinde sanatçı olarak yer aldığım karma bir serginin hem katalog hem de konuşmacısıydın ( Ebru Yetişkin )
Tanışıklığımız oradan diye hatırlıyorum ( yanlış hatırlıyorsam düzelt lütfen) sergi serüveni içinde başlayan arkadaşlığımız, yeni bir sergi fikri ile devam etti. Derken bir gün projeleri hazırlayıp masaya oturduk, birbirimizi ikna çabaları sergi taslağını oluşturdu o masada üzerine konuşulan sergi kararlı ve titiz bir çalışma sonucu küratör tarafından bu günkü haline evirildi. Bu bizim aramızdaki sanatsal bir süreçti perde arkasında ise canımızı okuyan, can sıkıcı, mide bulandıran, sergi için mekan ve sponsor bulma gibi aşırı can sıkıcı durumlar…
İstanbul’da bulunan onlarca galeri ile görüşüldü, yazışmalar yapıldı her defasında projeyi iyi bulan galeriler bir süre sonra kendi sanatçıları dışında ve dışarıdan bir küratörle sergi yapmaktansa kendi sanatçısına yönelmeyi daha makul bulup, gülümseyen bir e-posta ile projenin çok olduğunu ancak diye devam eden e-posta’lar her defasında sergi fikrinden alı koysa da Ebru’nun elini masaya vurup bu sergi o-la-cak demesi ile yeniden ruh buldu ve sergi şu an halen Maslak 42’de 31 Aralığa kadar izlenebilir.Bilinmeyen kod (sergi ile ilgili söyleşi)
08 – 16 Kasım 2014 Tüyap
Küratör: Ali Şimşek
Jean-Jacques Rousseau, ünlü çalışması Toplum Sözleşmesi’nde şöyle diyordu: İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.
Mülk tarih boyunca en sorunlu ve zorunlu kavramlardan olmuştur. Kimileri için en temel insan hakkı, adaletin temelidir. Kimileri için ise “mülkiyet hırsızlıktır”. Tarih boyunca birbirinden farklı düşünceler mülkiyetle hesaplaştılar. Mülk bir doğa mıydı; ya da tanrısal bir hakikat? Ütopyacılar onu ortadan kaldırmaya çalıştılar, mücadele ve acıyla. Mülksüzleştirme ilişkileri bütün hızıyla sürüyor. Kent koca bir piyasa gibi milim milim parselleniyor, sapsarı vinçlere. “Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek” uzakta bir ütopya gibi parlarken; Mülksüzleş! Bir kurtulma belki de. TÜYAP Artist 2014′de bu yıl disiplinlerarası bir sergiyle mülk, mülksüzleşme ve ütopyaya odaklanıyor.
SANATÇILAR:
Güneş Acur, Bora Akıncıtürk, Cüneyt Aksoy, Serkan Akyol, Yiğit Altıparmakoğulları Anti-Pop,Rafet Arslan, Ahmet Aydın Atmaca, Yusuf Aygeç, Levent Aygül, Bora Başkan, Adem Başpınar, Zeynep Beler, Murat Berköz, Deniz Beşer, Furkan “Nuka” Birgün, Erim Bikkul,Mehmet Ali Boran, Cins, Antonio Cosentino, Yağmur Çalış, Serkan Çatar, Barış Çavuş, Fulya Çetin, Neşe Çetin, Kıymet Daştan, Serkan Demir, Erkan Doğanay, Leyla Emadi, Nazım Serhat Fırat, Leyla Gediz, Murat Germen, Deniz Gökduman, Genco Gülan, Murat Gündüz, Engin Güneysu, Khaled Hafez, Serap İskender, Osman Nuri İyem, Gülüstan Karagüzel, Dila Karpat,Fazilet Kendirci, Ahmet Kiracı, Seydi Murat Koç, 42 Kolektif, Gizem Kovankaya, Mustafa Kula,Gizem Malkoç, Manbor, Taylan Mintaş, Şükran Moral, Ayhan Mutlu, Ezgi Mutlu, Ercan Olgun,Onston, Ali İbrahim Öcal, Ayşenur Önemci, Can Özal, Mehmet Özenbaş, Emir Özer, Ferhat Özgür, Mahmut Öztürk, Beyza Paksın, Sinem Pehlivan, Çetin Pireci, Deniz Pireci, Neriman Polat, Defter Kazıyıcıları Kooperatifi-Ali Mete Sancaktaroğlu, Gazi Sansoy, Çağrı Saray, Nejat Satı, Şevket Sönmez, Füruzan Şimşek, Tantinist, Tan Taşpolatoğlu, Özge Topçu, Murat Tosyalı, Nesli Türk, Ekin Urcan, Meltem Yakın Üldes, Eşref Yıldırım-Serden Salman, Nalan Yırtmaç, Serkan Yüksel, Fani Zguro, Yücel Zorlu
2-10 kasım 2013 Tüyap
Küratör: Ali Şimşek
Yepyeni kavramlar girdi hazirandan bu yana hayatımıza. Griye inat gökkuşağı renginde merdivenler boyadık umuda ve direnişe... Direniş öncelikle neşeydi acıya inat; bazen durmak, bazen “bağzı” şeylere karşı olmaktır, Bazen de gaz bulutları arasında sıyrılıveren bir duvar yazısı, maskenin gizleyemediği bir gülümseme ya da kaldırım taşları altındaki kumsaldır. Dayanışmadır her şeyden önce caddelerden parklara uzanan kamusal alanları geri alma mücadelesidir. Direniş artık hayatın her yerinde. Kahkahadır direniş bazen, ciddiyeti geri püskürtürken hayatı sanata, sanatı hayata bağlayan görünmez ama sadece yaşanılır bağ. 2-10 Kasım arasında düzenlenecek TÜYAP ARTİST SANAT FUARI bu yıl her disiplinden sanatçının katılımıyla direnişi yorumluyor. Sergiye sanat, politika, kamusallık ve direniş kavramlarının tartışılacağı panel ve forumlar eşlik ediyor.
SANATÇILAR:
Yavuz Tanyeli,
Bedia Dipşo,
Barış Mengütay,
Nova Kozmikova,
Cins,
Denizhan Özer,
Bilal Hakan Karakaya,
Komet,
Ekin Urcan,
Genco Gülan,
Memo,
Rafet Arslan,
Yeşim Şahin,
Neriman Polat,
Barış Mengütay,
Erim Bikkul,
Defter Kazıyıcılar Kooperatifi,
Neriman Polat,
Neşe Çetin,
Erim Bayrı,
Adil Salih,
Orhan İlyas,
Gizem Malkoçoğlu,
Murat Ilgın,
İrem Kurt,
Şükran Moral,
Deniz Pireci,
Hülya Küpçüoğlu,
Nazım Serhat Fırat,
Serkan Çatar,
Çetin Pireci,
Firuzan Şimşek,
Erkman Senan,
Gazi Şansoy,
Özgür Demirci,
Gülercan Hacıoğlu,
Zeliha Demirel,
Murat Germen,
Fulya Çalışkan,
Bülent Demirağ,
Memed Ali Boran,
Fatih Tan,
Hakan Gürsoytrak,
Harun Töle,
Melis Boyacı,
Ahmet Aydın Atmaca,
Müfit İşler,
Turgut Yüksel,
Selahattin Yıldırım,
Beyza Boynudelik,
Derya Yılmaz,
Doğan Akbulut,
Faruk Yiğen,
Deniz Gökduman,
Ercan Olgun,
Deniz Bayav,
Eda Çığırlı,
Leyla Emadi,
Gizem Enuysal
12 Eylül 2013 C.A.M Gallery
Küratör: Emre Zeytinoğlu
yersiz: kader birliği 14 haziran-12 temmuz 2013 kızıltepe/mardin
açılış: 14 haziran saat: 19:00 movapark sergi salonu
panel: 14 haziran saat: 18:00 movapark cinemall
Küratör: Emre Zeytinoğlu
Sanatçılar: Erinç Seymen, Vahit Tuna, T. Melih Görgün, Hakan Akçura, Volkan Kızıltunç, Turgut Yüksel, Şerif Kino, Serkan Demir, Fatih Tan, Abdo, Stella Angelidou, Mehmet Ali Boran, Gökçe Süvari, Erdal Arslan, Mehmet Fahracı, Ferhat Dalmış,Mahmut Celayir, Feyzi Çelik, Fahir Kuzu, Sevil Tunaboylu, Seyfettin Arslan, Erdal Duman, Mehmet Çeper, Elena Constantinou.
Panel: Mahmut Koyuncu, Mahsum Çiçek, Fırat Arapoğlu, Emre Zeytinoğlu
17 Aralık 2012 – 13 Ocak 2013
ÇANKAYA BELEDİYESİ ÇAĞDAŞ SANATLAR MERKEZİ
SANATÇILAR // ALİ ŞENTÜRK / ALPER AYDIN / AMIN DAWAIE / ARZU EŞ / BARAN ÇAĞINLI / CEVAHİR ÖZDOĞAN / CEVDET SARI / ENGİN ASLAN / ELİF YILDIZ / ERDAL DUMAN / FATİH TAN / GAVİN TURK / GENCO GÜLAN / GENÇ PROJE / GISELE TREMBLEAU / GİZEM ŞENDUR / JOHANNES VOGL / MEHMET ALİ BORAN / MEHMET ALİ UYSAL / MEHMET ÇEPER / MEHMET YILMAZ / MEHTAP BAYDU / MUSTAFA DUYMAZ / MUSTAFA DUYULUER / OSMAN DİNÇ / OSMAN BOZKURT / ÖZLEM ŞİMŞEK / SAEED ENSAFİ / SARKİS / SERKAN DEMİR / SİBEL HORADA / SİNEM DİŞLİ / ŞENİZ AKSOY / ŞEVKET ARIK / TANZER ARIĞ / TİMUR ÇELİK / TIM HAILEY / TUBA MERDEŞE / TUFAN BALTALAR / VEYSEL ŞAYLİ
YAZARLAR // ŞEVKET ARIK / FIRAT ARAPOĞLU / NEVİN YALÇIN BELDAN / HAKKI ENGİN GİDERER
Gözün hikayesi, nesnenin kendi gerçekliği ve zihnimizde oluşan kurgusal gerçekliğinin inşasını anlatır. Her şeyin temeli olan ‘Var olmak’ fikri, aynı zamanda görünür olmanın zorunluluğunu da içerir. Zihnimiz bu duyumsanabilir olanı sınıflandırırken, kendi gerçeğini yeniden şekillendirir. Böylece gözün kararı, zihinde sorgulanarak, aklın ve vicdanın kararını inşa eder. Günümüz iletişim ortamında hemen her şey görsel algılama alanı üzerinden şekillenmektedir. İmajların, göstergeler halinde zihinlere baskıcı bir etkiyle sunulduğu, görsel şoklamalara maruz kalan insanların, gerçekte neyi gördüğü ve nasıl anlamlandırdığı hep muğlak bir durumdur. Bu muğlaklığın sürekliliğini isteyen odaklar, kendi gözetleme kulelerinden büyük bir göz gibi her şeyi seyretmekte ve istediği an müdahale etmektedir. Emperyalizmin gökdelenlerinde senaryolar hazırlanıp toplumların kaderi kurgulanırken, yaşayacağı coğrafyanın sınırları bile neredeyse ‘göz kararı’yla belirlenmektedir. Şimdilerde ise toplumsal alanda yaşam tarzlarının sınırları belirlenmeye çalışılırken, siyasi ayrımcılık, inançların ötekileştirilmesi, otoritenin dönüştürülmesi, bireyin özgürlüklerinin sınırlarını sorgulanır bir hale gelmesi söz konusudur. Otorite yeni bir birey ve toplum tasarımı yaparken, onun şeklini de kendi belirlemek istemektedir. Gerçeğe açılan pencere olarak bakma, görme ve anlama süreci, maniple edilmiş görüntülerle her zaman aldatılabilir. Bu aldatılmışlık hali bir süre sonra zihnin kontrol edemediği bir bağımlılığa dönüşür. Ve otorite tarafından kurgulanmış durumun sahnelendiği her görüntüyü sorgulamadan izlemeye başlar. Birey artık gördüğünün etkisiyle şekillenen bir dünyaya transfer olmuş demektir. Kitleleri tasarlayan yeni olanaklar çoktan devreye girmiştir ve işlemektedir.
Günümüz insanı tam da ‘göz bebeği’nden isabet almıştır. Hipnotik bir hal ile, kendi gerçeği ve görüntüleri arasında uykuya dalmış durumdadır. Bu süreç, onu kodlamak ve kumanda etmek için ideal bir ortamdır. Daha öncesinde gizli kodlarla tasarlanmış ve uygun ortamda harekete geçecek olan kitle artık hazırdır. Ve müdahale başlamıştır. Ancak gözün bağımlı hali, bireyi uyur gezer halde dolaştırmaya devam etmektedir. Nitekim gözle oranlanarak belirtilen miktar, gözle yapılan ölçme ya da oranlama, anlamına gelen “Göz Kararı” ölçüyü kaçırmış ve odağını kaybetmiştir.
Bu durumdan çıkmanın yolu sadece görünen gerçeğe değil, algılayan zihinlere müdahale ile mümkündür. Artık sanal ortam tecridinden uyanmak, gerçeğin kendisine evrilmek ve dönüşmek gerekmektedir. Dolayısıyla “Göz Kararı” sürecinde Yaygara, irade ve tavrın, otoriteyi sorgulayan, güncel gerçeklikle hesaplaşan, asıl olanın meselesini ortaya çıkaran, bireyin alternatif özelliklerini ve sosyal alanın çeşitliliğini yücelten bir anlayışla, günümüz sanatçılarının akıl ve vicdanlarının kararını ortaya koymaya çalışacaktır.
Metin: Şevket ArıkGöz Kararı
28 Eylül - 3 Kasım 2012 3. ULUSLARARASI ÇANAKKALE BİENALİ
Mehmet Ali Boran
Her şeyden önce; Ayarlanmış
hücrelerin bellek yongasına yeniden yüklenmesi veya enerji ile yeniden doldurulması işlemi olan belleği yenileme,
Bilişim Teknolojilerine ait bir terimdir . İnsanın hafızaya sahip olması
zaman ve geçmiş algısını yaratır. Yaşadığımız anların mekânları, yaşadığımız anlar
kadar hayatımızın bir parçasıdır. Bu anlamda
insanın içinde yaşadığı şehir, sefalet,
mutluluk ve melankoli ile şekillenmiş bir yaşam deneyimi sunar . Kentin
kuruluşuyla birlikte insan ve kent arasındaki organik bağ neredeyse yok olmuştur. Sokrates
, şehir-devlet (polis) için hukuk ve idareyi,
yani otoriteyi belirleyici olarak kabul ederken, şehrin
varsayım olarak yaşamın daha yüksek değerine ulaşmak. Sokakların ve kamu
kurumlarının otoritenin kontrolü altına
alınıp kamusal alana dönüştürülmesiyle birlikte insanlar daha çok
evlerine hapsedildiler . Sokakların iktidar sahasına dönüşmesiyle birlikte,
insanların mekanlara ilişkin görüş ayrılıkları tepkisel olarak ortaya çıktı. Bu anlaşmazlık
çoğu zaman bir tirana itiraz olarak eşit görülmüş ve
iktidar insanların boğazını sıkmıştır.
Karşılaşılan olaylar olarak ifade edilen halkın kaderi üzerinde belirleyici olması
, kentin ve insanın hafızasında bir birikime neden olmuştur. Yenile
bellek, gerçeküstü bir tutum ile şehri çökerten bir hayalidir
gençlerin grubuna.
'Dünyanın sonu patlamayla değil, fakat inlemeyle gelecek'
T.S Eliot
“Refresh Memory” adlı video, “dünyanın sonuna” dair farklı bir bakış sunuyor. Videonun ilk sahnesinde, elinde ip olan bir genç, gayet tutarlı ve sakin bir şekilde, belli bir merkezden ipi çekip sürükleyerek sokaklarda koşmaktadır. Bu merkezin ne olduğu ya da aslında bir merkez var mı, o da belli değil. Sonraki sahnelerde de farklı gençler, farklı sokaklarda, ellerinde iplerle koşup sokaktaki her şeyi birbirine bağlamaktadırlar. Videoda dört genç, tüm şehri birbirine bağlıyor ve mahşerin dört atlısı olarak karşımıza çıkıyor. Peki, nedir mahşerin dört atlısına şehri yok etme iradesi veren ya da insanlığın dört atlı karşında çaresiz kaldığı şey? Kimsecikler yok onları durdurmak için, hayat derin bir sükûnet içinde.Gençler sokaklarda insanlarla karşılaşmıyorlar ya da insanlar onlara karşı koymuyor, herkes ya şehri terk etmiş ya da evine kapanmıştır. Mutlak bir sessizlik hakim dünyaya. Her halükarda ortada ortak bir bilinç söz konusu gibi, ortak bir mutabakata varılmış sanki: gençlerin çabasına karşı konulmayacak ve çatışılmayacak.İnsanlar şehri terk etmişlerse yahut gençlere yaratılan her şeyi yok etme görevi verilmişse şayet, bu durum yerleşik hayatın yarattığı kamusal yaşantının tükenişi anlamına gelmektedir. Gençler resmi kıyafetler giyinmedikleri için alınan yıkım kararı gayet insanidir. Mutlak bir demokrasiden, devlet aygıtının olmadığı bir yaşantıdan bahsedilebilir. Bu yönüyle, “Refresh Memory”de sivil bir iradeden bahsediliyor; insanlar kendi kararını verebilecektir, farklıkların çatışma yaratmadığı bir duruma gelinmiştir diyebiliriz.Ne var ki, bir başka ihtimal daha var: ya insanlar şehri terk etmemişlerse, korkudan ya da bir başka duygudan ötürü evlerine kapanmak zorunda kalmışlarsa ya da kapatılmışlarsa? O zaman şüphesiz sokaktaki gençler bir tür ‘iktidar makinesi’ olarak çıkacaktır karşımıza. Hem de en tehlikeli türden 'iktidar makinesi' olan, yapılan eylemlerin kamusal bir dayanağa ihtiyaç duymadığı bir iktidar. Hannah Arent’in değindiği “kötülüğün sıradanlığı” olgusundan söz ediyorum. Burada gençlerin sivil oluşu, yok etme yetkesinin sadece resmi iktidar aygıtının iradesinde olmadığı, bu yetkenin sıradan insan tarafından da kullanabileceği anlamına gelir. Böyle bir süreç yaşanmış mı ya da yaşanılacak mıdır, bilemiyoruz. Evden çıkmayan ya da tutsak edilen insanlar da; her ne olursa olsun, iktidara koşulsuz itaat eden yığınları simgeliyor. Aralarındaki uyum da, insan bilincine yerleştirilen ve neredeyse ilahi bir kurala dönüşen iktidara boyun eğmeyi temsil ediyor.Peki insanları iktidar karşısında böylesine iradesizleştiren şey nedir? Freud “en kötü zorba bile lidersizlikten daha iyidir,” der ve iktidarı zorba ile ilişkilendirir. Klasik lider, yani tür içindeki en güçlü kişi, kişilerin ancak çatışma yolu ile karşı koyduğu ve ulaşabildiği kişidir ve bu çatışmayı sağlayanlar iktidarı ele geçirebilecek farklı zorbalardır. Diğer insanlar elenen bireylerdir, sürü liderine tabi olanlardır. Demokrasi ve çatışma sanırım daha uzunca bir süre evrimsel olarak ilerleyecek ve bir süreç olarak gelişecektir. Bu açıdan bakıldığında medeniyeti, insanın içgüdülerinden arınma süreci olarak değerlendirmek mümkün mü acaba?Çatışmanın olmadığı yerde demokrasiden bahsedilemez. Çatışmaların ve farklılıkların olmadığı, aynılığın egemen olduğu tam ve kusursuz uyum, demokrasi değil totalitarizmdir. Bu anlamda demokrasi de en az çatışma kadar anti-demokratik bir durumu ifade ediyor ama elbette hasarı en aza çekilmiş bir demokrasinin yaratılmasına vesile olan bir çatışma halidir bu ve bunun ötesinde demokrasi söylemi nihilist bir süreçtir. Foucault post yapısalcılık üzerine bir konuşmasında, “insanlar fenomenolojiden kaçarken Nietzsche’ye sarıldılar” diyor. Lacan fenomenleri iktidarla bir tutar ve ikisini de Oidipus kompleksi ile özdeşleştirir. Lacan’a göre, “Oidipus kompleksi olmadan medeniyet devam edemez”. Fenomenlerin hayatımızdan çıkmasına alışkın olmadığımız bir sürece giriyoruz galiba. Tabii tüm bu yorumların ötesinde, yaşadığımız yer; sokaklar, evler yaşantımızdan bir kesittir sadece; yaşanılan her şeyin bir dışavurumu olan bir tablo... Mardin’de yaşayan sanatçı Mehmet Ali Boran’ın, “Refresh Memory” adlı videosu, bir dönemi gözler önüne sermek istiyor ve sanırım o dönem hâlâ devam ediyor, anti-demokratik olarak tabir ettiğimiz olayların, çatışmaların yarattığı travmayı, kişinin kendince bir çıkış yolu bulma durumu olarak sunuyor bize.
Mehmet Ali Boran, Mardinli bir genç sanatçı. Güncel sanat üzerine çalışıyor ama elbette güncel sanat kavrayışını, kör göze parmak usulü değil, sanatına yedirerek gerçekleştiriyor. 2011’de İnsan Hakları vakfının Depo bünyesinde düzenlediği “Ateşin Düştüğü Yer” adındaki, sergiden de ismini hatırlayacağımız Mehmet Ali Boran’ın esas çalışma alanı video, fotoğraf ve yerleştirme. Hazırladığı kısa ama çarpıcı videolar, siyaset ve sanatın kesişimi, aktüel siyasi meselelerin tıkanma noktalarını işlemesi açısından üzerinde düşünülmeye değer malzemeler sunuyor izleyicilere.
Mahsun Çiçek
http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=852&makale=Mehmet
KargART sergi
16 Mayıs 2012 Çarşamba 19:30
25 Mayıs 2012 Cuma 20:00
Kadıköy-İstanbul
Küratör :
Fırat Arapoğlu
Demokrasi ve çatışma, ilk bakışta ayrı anlam gruplarında yer alan sözcükler olarak algılanabilir. Halbuki çatışma demokrasinin gelişimi için gereklidir. Kültürel alanda demokrasinin gölgesinde yeşerecek politik/kültürel çatışmalar, demokrasinin varlık sebebidir. Bu ortamda, demokrasinin var olacağı meşruiyet alanını, bu tartışmaların gelişebileceği soykütük araştırmalarını ve toplumun her kesiminin bu konulara destek verecek şekilde analizini yapmak gerekmektedir. Bu, bizlerin toplumdaki olguların ve olayların aktüel dinamiklerini tanımlamamızı ve toplumsal sınıfların yaşam pratiklerindeki güdülenmelerini tespit edebilmemizi sağlayacaktır.
Demokrasi bağlamında, ötekini anlamak zorundayız. Homojen toplum yaratma düşüncesinin son kırıntılarının da önü kesilmeli ve zaten iflas eden bu düşüncenin yerine, demokrasinin yeşerebileceği çoğulcu bir yapıyı savunmak gerekmektedir. İşte sanatın rolü burada yatmakta: Sanat farklılıkları görünür kılabilir ve böylece siyasi meşru zemin yaratamayan farklıların yanında yer alması, sanatın demokrasi içerisindeki çatışmada gücünü gösterebilir.
Sanatçılar:
Mehmet Ali Boran
Hera Büyüktaşçıyan
Mehmet Çeper
Mehmet Fahracı
Gökçe Süvari
Fatih Tan
Sevil Tunaboylu
Demet Yalçınkaya
24-27 Kasım 2011 tarihleri arasında Contemporary İstanbul'da Akbank Sanat Standında
izleyicilerle tekrar buluşuyor.
“IV.ULUSLARARASI KERVANSARAY BULUŞMASI”
"MELİTA' DAN BATTALGAZİ' YE TARİH- ARKEOLOJİ-KÜLTÜR-SANAT GÜNLERİ ETKİNLİKLERİ”
VİDEO ART
Sanatçılar:
Yeni Anıt
Hülya Özdemir
İnsel İnal
Mehmet Öğüt
Ali İbrahim Öcal
Çağrı Saray
Mehmet Çeper
Mehmet Ali Boran
Suat Öğüt
Fatih Tan
Serdar Yılmaz
Performers:
Itır Demir
Saliha Kasap
Gülçin Aksoy
Küratör:
Fırat Arapoğlu
Konuşmacılar:
Erden Kosova
Derya Yücel
Moderatör:
Fırat ArapoğluBoğucu Kültür Üzerine Günümüz Sanatı’nın Geliştiği Evrimi ve Formunu Nasıl Tartışabiliriz?
GÜNÜMÜZ SANATÇILARI SERGİSİ İÇİN SÖYLEŞİ
A.Y: Yapıtlarınızda çıkış noktası olarak kişisel deneyimleriniz mi, kültürel doku mu yoksa sosyo-ekonomik ve politik yapı mı ön plana çıkıyor? Sergide yer alan eserinizde çıkış noktanız neydi ve nasıl bir düşünme sürecinden geçti?
M.A. B: Bu anlamda kendime kesin bir tanımlama getirmem ne denli doğru olur bilmiyorum. Toplumsal yaşamın içinde sürekli yenilenen kavramlarla beraber, kültürel dokuların yenileniyor veya değişiyor olması beraberinde üreticinin sorunsallarını da farklılaştıracaktır. Bu gün sosyo-ekonomik, kültürel, politik v.s. yarın başka bir şey ama ne? Bunu bende bilmiyorum...
Yapıtlarımda, sorunuzda bana yönelttiğiniz kavramların tümünü (kişisel deneyimler, kültürel doku, yoksa sosyo-ekonomik ve politik) birbirini destekleyen, dürten ve besleyen etkenler olarak görüyorum. Kişisel deneyimlerim, kültürel yapıdan, kültürel yapıda yaşadığım coğrafyadan, yaşadığım coğrafya da, gündelik anlatılarla ile şekilleniyor.
30. günümüz Sanatçıları Sergisine iki farklı fotoğraf çalışması ile katıldım, bunlardan biri, 'sıradan bir gün' adındaki bir sokakta kalabalık bir yığın insanın uygun adımda karşılıklı yürüdükleri çalışma, bir diğeri ise 'devre arası' adında, köşeye sıkışmış bulunan kalabalıklar. Sıradan bir gün adlı çalışmamı üçleme olarak isimlendirmediğim fakat birbirinin devamı niteliğindeki bir serinin; bir video ve iki fotoğraftan oluşan üçlemenin sonuncusu.
Sıradan bir günde; iktidarın hizaya getirdiği veya sözüm ona toplumsal bir düzen oluşturma adına; bir dönem işkenceden geçirdiği, insanlık dışı uygulamaların yapıldığı ve işkence yöntemlerinin hangi biçimde somutlaştığını ortaya koymak için yaptığım bir çalışmadır.
Serinin ilk versiyonu 'hazır ol durumları' adında (aynı zamanda ilk işim) bir kahvehanede dışarıdan bir sesle irkilip masların üstünde, kendilerine en uygun yeri kapıp hazır ola geçen bir yığın insanın 2,18 saniyelik bir video anlatısı. Üçlemenin diğer bir çalışması 'aç bacaklarını' adında, üst aramasını normalleştiren bir anlatısı olan fotoğraf çalışmasıdır.
‘Sıradan bir gün’ adındaki işimde; hazır ol, teslim ol ve uygun adımda yürü gibi faşizan bir komutları gündelik hayatın normal bir seyriymiş gibi ince bir ironi içinde insanlara tebessüm ettirerek ortaya koydum.
‘Devre arası’ adındaki çalışmam; dış mekânda iki binanın arasında kalan dar bir koridorun sonunda, bir yığın insanın köşeye sıkıştırılmasından, bir kesit bu bir tehlike anının göstergesidir.
A.Y: Sanatsal üretiminizde esinlendiğiniz, ilham aldığınız bir iş ya da sanatçı var mı?
M.A. B: İlham aldığım bir iş, bu bana çok Bohem bir tavır gibi geliyor. Falanca yapıt beni çok derinden etkiliyor ya da o müzik olmadan asla olmaz gibi tavırların miladının geçtiğine inanıyorum.
A.Y: Malzeme/medyum seçimi sizin için ne kadar önemli ve yapıtlarınızda bu kararı nasıl bir süreç sonucunda veriyorsunuz? Genel olarak kullanmayı tercih ettiğiniz bir medyum var mı? Bu tercihin sebebini açıklayabilir misiniz? Sergide yer alan yapıtınızda bu seçimi nasıl yaptınız?
M.A. B: Ele aldığım simge ve sembolleri en çarpıcı biçimde nasıl ortaya koyacağımı, izleyici ile nasıl buluşturacağımı simge ve sembolleri düşünerek kurguladıktan sonra her sanatçının yaptığı gibi bir medyuma karar veriyorum ve çekiyorum.
Bazen medyum düşündüğünüz veya kurguladığınız projeye ters düşebiliyor, işi yeniden kurgulamak zorunda kalabiliyorsunuz, yeniden çekimler alıyorum. Ortaya koyduğum sorunu en ‘güzel’ şekliyle değil, en ‘iyi’ şekilde ifade edecek medyuma karar veriyorum bu yerleştirme olabilir başka bir şey de, dediğim gibi ele aldığım konuyu en iyi biçimde nasıl ortaya koyabiliyorsam tercihimi o yönde kullanıyorum. Tercihimde çok soyut olmamaya özellikle özen gösteriyorum, temaşa eden kişinin anlatımı rahatlılıkla okuyabilmesini ön plana tutuyorum.
Sergide yer alan 'devre arası' adındaki çalışmam üzerine konuşacak olursam, bu çalışmamı fotoğraf değil de video kurgu olarak kurgularsak: ortaya çıkacak olan anlatım kendi içinde çok yönlüleşecek. Örneklersek; önce boş bir koridor daha sonra teker teker veya beraber koridorun en son köşesine sıkışmaya çalışan ve belki de sıkışmışlığı hissettirmek için insanlardan çıkan farklı farklı sesler, bu fotoğrafta (devre arası) yakaladığım tekli anlatımı fazlalaştıracak ve bir karede ortaya konan anlatımı izleyiciyi yoran bir hale getirecektir.
Bu noktada tekli anlatımları tercih ediyorum.
A.Y: Yapıtlarınızda izleyicinin rolü nedir? İzleyicilerden nasıl bir katkı bekliyorsunuz? Sergide yer alan eserinizden nasıl bir geri dönüşüm oldu?
M.A. B: Bu sorunun yanıtı diğer cevapların içinde var bu yüzden bu soruyu geçiyorum.
A.Y: Bugünün çağdaş sanatını nasıl görüyorsunuz ve projelerinizi/islerinizi bunun içinde nasıl konumlandırıyorsunuz? Kavramların ve tanımların hızla dönüştüğü bu yüzyılda sizce sanatın rolü nedir ve neden sanat yapıyorsunuz?
M.A. B: Toplumsal yaşamın bir parçası olmaya başlayan bir sanat algısını sıcağı sıcağına yaşıyoruz bunda iletişim araçlarının yaygınlığı büyük bir rol oynuyor. TV ve internet gibi iletişim araçlarının yaygınlığı sanat yapıtına erişimi kolaylaştırmış ve neredeyse sanatı üzerimizde taşır bir vaziyete getirmiştir. Dünyanın öbür yakasında gerçekleşen bir sergi ve orada gösterilen yapıtları görmek için sergi mekânına gitmeye gerek kalmadan bu yapıtları ulaşabiliyoruz bu durum çağdaş sanatın kendisine oluşturduğu meşru bir zemin buda çağdaş sanat dinamiklerinin artmasına, yaygınlaşmasına ve kaçınılmaz olan değişimine (olumlu olumsuz) ön ayak olmaktadır.
Bu anlamda çağdaş sanatı problemimi anlatmak için en iyi mecra olarak görüyorum. Sanatla neden uğraşıyorum bu benim için halen büyük bir muamma bu soru ile her karşılaştığımda afallayıp kalmışımdır. Akademiye başladığım ilk dönemlerde bu böyleydi şimdi de aynı ve bu soru zaman içinde kendini yenileyen bir cevap ile her dönem karşıma çıkarmış ve her dönem kendime farklı cevaplar vermişimdir.
İçsel bir problem olarak ele alırsam sanat ve üretim için şunları söyleyebilirim:
— Dert edinme.
— Görmemezlikten gelememek.
— Bir problemi çözüme ulaştırma çabası ve tüm bunları açığa çıkarma isteği.
A.Y: Sanat kariyerinin başlarında olan bir sanatçısınız. Gelecekte çağdaş sanat dünyasında kendinizi nasıl bir konumda ve yaklaşımda öngörüyorsunuz?
M.A. B: Ge-le-cek çok uzun bir zaman dilimi konumum üzerine hiç düşünmedim diyebilirim. Yukarıdaki sorularınıza verdiğim yanıtlarda sanatın her dönem kendini yenilediğine ve yeni şekiller aldığına değindim bu değişim realitesi muhtemelen yeni bakışlar, yeni tavırlar ve yeni yaklaşımları beraberinde getirecektir.
A.Y: “Sıradan Birgün” ve “Devre Arası” da kamusal alandaki yaşamın bir önizlemesi. Biri toplumsal hayatta hissedilen militarizm baskısından bahsederken, diğeri sosyo-ekonomik ve politik sıkışmışlık hissine vurgu yapıyor. İşlerinizde genelde yaşadığınız coğrafyadaki toplumsal ve sosyal yaşamı ve politik dengeleri mi ele alıyorsunuz? Bu fotoğrafları Mardin’de hiç sergilediniz mi? Nasıl tepkiler aldınız? Oldukça eleştirel yapıtlar üretiyorsunuz, bu yüzden yakın çevrenizden ya da herhangi bir resmi kurumdan eleştiri aldınız mı?
M.A. B: Hayır, Mardin’de herhangi bir sergide yer almadım bu Mardin’de sergi yapılmadığından ya da yapılan sergilere davetiye almadığından kaynaklı değil aksine Mardin son birkaç yıldır türlü türlü sergilere konukluk ediyor ve bunlardan birisi de Mardin’i sanatçı bombardımanına tutan, Mardin’e ‘sanat’ı getireceğiz gibi kocaman ve yersiz vaatlerde bulunan ‘MARDİN BİENALİ’ bu vaatlerini daha Mardin’e gelmeden basın bültenlerinde dile getirirken tarih Haziran 2010’u gösteriyordu. Oysa o tarihten üç yıl önce Kızıltepe’de (Mardin’in ilçesi, benimde halen yaşadığım ilçe) bölgeden ve bölge dışından (Kızıltepe, Diyarbakır, Hatay) sanatçıların yer aldığı Ali Akay’ında konuşmacı olarak katıldığı ‘sen ne sanıyorsun’ adındaki sergiyi eski bir hamamı mekân seçerek 2007 gerçekleşmişti.
Mardin’de bir sergiye katılmadığımdan ötürü nasıl tepkiler alacağımı bilemiyorum fakat kesin bir kanaatimdir ki İstanbul’da (merkezde) nasıl tepkiler alıyorsam Mardin’de aynı tepki söz konusu olacaktır. İstanbul’daki bir sergide işinizi gören sanatçı, küratör ve eleştirmen sayısının fazlalığı kuvvetle muhtemel ortaya çıkacaktır buda dolaşım kaygısındaki bir sanatçının karşılaşmak istediği şeydir.
1981 Mardin/Kızıltepe
Sakarya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümü- 2007 Video, fotoğraf ve enstalasyon, performans, video-roman gibi malzeme ve medyalarla sanatsal bir üretim gerçekleştiriyor. İlk dönem çalışmalarında kalabalıklar üzerine anlatılar sergileyen sanatçı; kimlik ve aidiyet meseleleri bağlamında kitlelerin iktidar karşısındaki fiziksel/psikolojik reflekslerini etkili bir görsellikle ortaya koydu. Sanatsal üretiminin ilerleyen zamanlarında militarizm, mültecilik ve bellek meselelerine paralel olarak, ekolojik anlatıları irdelemeye başlayan sanatçı, yaşadığı yerin ve etrafının yüzey alanlarında yeni dönem güvenlik sistemlerini konumlanma biçimini mercek altına aldı. Territoryal sınırların, kent/kır yerleşkelerinin ve topografik alanların muktedirlerin kontrol ve gözetim mekanizmaları aracılığı yarattığı güvenlik toplumu diskurunu kritik eden çalışmalar yaptı. Yer’in, tarihin ve belleğin insan odaklı bir okuması yerine bütün halinde varolanın okumasını öneren sanatçı; hayvana, suya, toprağa, taşa, havaya, bitkiye ve kültürel kalıntıya jeontolojik bir bakış açar. Coğrafi bilimlerden ilhamla bilen ve var eden insan bakışını parçalayan bir bakış sunan M.Ali Boran, doğada ve beşeriyetteki çoklu bakışı bir itiraz olarak yükseltir çalışmalarında. Mimarlık ve Suç’un canlı yaşamı üzerindeki doğallaştırılmış tasarrufunu mutenalaştırma politikaları ile yan yana getiren sanatçı bu edimlerin sadece kent alanıyla sınırlı kalmayıp bütün coğrafik zemine yayılmasının etkilerini gözler. Yaşadığı yeri metonimik bir bakışla ele alan Boran, yerelde yaşananın küresel boyutlarından bağımsız olmadığının kanallarını açar ürettiği işlerde. Halen Mardin’de yaşayan ve çağdaş sanat medyumlarından ve stratejilerinden faydalanan sanatçı ulusal ve uluslararası birçok sergiye davet edilmiştir. Çalışmaları başta Londra, Helsinki, Paris, Stuttgart, Viyana gibi şehirlerde gösterildi. Sanatçı ayrıca “Mişar artÇağdaş Sanat Konuşmları”nın da kurucularındandır. 1981- Mardin / Kızıltepe 2007- Sakarya University, Faculty of Fine Arts Mehmet Ali Boran performs an artisticproductionwithmaterialsandmediasuch as video, photography, installation, performanceand video-novel. In his first-periodworksdisplayingnarratives on thecrowds, the artist presentedthephysical/psychologicalreflexes of massesacrossthegovernmentwith an effectivevisualway as part of theissueslikeidentityandbelonging. Later on his artisticproduction, Boran focused on theproblems of militarism, immigrationandmemory. He begantoexploretheecologicalnarrativesand he examinedcloselythepositioning format of thenewerasecuritysystem in theplacewhere he lived. In his works Mehmet Ali Boran criticizedthediscourse of securitycommunitycreatedbythecontrolandsurveillancemechanisms of thegovernment on territarialborders, city/countrysettlementsandtopographicareas. He proposesthewholeperusal of theexistentinstead of thehuman-orientedperusal of theplace, historyandmemory. Also he develops a jeontologicalpoint of viewtoanimal, watercourse, soil, rock, air, plantsandculturalrelics. Moreover Boran offers a differentperspectiveagaistthepeoplewhobringthemselvesintoexistencetakinginspirationfromgeographicalsciences. The artist bringsthenaturalizeddisposition of architectureandcrime on thelivingthingsandthepolicies of gentrificationsidebyside. And he observesthecontagioneffects of theseacts not only in urban areas but also in geography. In his workswith a metonomicperspective, he showsthatwhathappens in localareas is not independentfromthegobaldimensions. He attendedseveralexhibitionsbothnationalandinternational. His workswereexhibited in London, Helsinki, Paris, Stuttgart and Venice. Alsothe artist is one of thefounders of Mişar Art, Contemporary Art Talks. |